Anlam İnsanla Başlar

Yirmi birinci yüzyıl insanı “Anlamı” unuttu. Sanki “Anlam” Platoncu bir göğün idealar evreninde donup kalmış ve artık gölgesi bile dünyaya vurmayan formlar gibi algılanıyor. Oysaki “Anlam”, insanla başlar. Dünya, kendi anlamını kendisi veremez. Çünkü hayat dediğimiz şey rastlantılarla örülmüştür. Ancak insan, bütün bu rastlantısallığa biçim verebilir. Yaşanan her an, çekilen her acı, duyulan her sevinç, her başarı, her aşk, her ayrılış bireyin varoluşsal anlamına eklenen yeni bir katmandır ve her katman bireyin yeniden biçimlenmiş halini oluşturur.

Dünya raslantısal olsa da insan asla rastlantısallığın ürünü değildir. Çünkü varoluş etkin bir süreçtir. İnsan var olduğu süre boyunca hem kendisine hem de yaşadığı dünyaya anlam verir. Ve bu anlama biçim vermeyen hiçbir içerik, onun parçası olamaz.

Bu yüzden anlam insanla başlar diyoruz. İnsan olgulara anlam kazandırarak onları biçimlendirir. Her şeyin anlamı, onu kimin yaşadığına, nasıl yorumladığına göre şekillenir.

Diyelim ki yağmur yağıyor.

Yağmur, dış dünyada gerçekleşen sıradan bir olgudur yani çıplak, yorumsuz bir gerçekliktir. Ancak bu olgu, farklı insanlar için bambaşka varoluşsal anlamlar taşıyabilir.

Bir çiftçi için bereket, bir evsiz için acı, bir sanatçı için ilham, depresyondaki biri içinse berbat bir gün olabilir. Yağmur yağarken el ele yürüyen iki sevgili için ise aşkın ta kendisidir. Yağmur yağmaya devam eder fakat onu yorumlayan bilinç değişkendir. Varoluşun devinimi de tam burada gizlidir: Anlam, yaşanılan olayların gerçekliğinde değil, onlara anlam veren bilinçte oluşur.

Martin Heidegger, insanı sıradan bir “varlık” olarak değil, kendi varoluşunu sorgulayabilen bir varlık olarak tanımlar. Ona göre insan Dasein’dır; yani “varlığına dair soru sorabilen” bir varlıktır. Bu yüzden Heidegger için dünya, nesnelerden oluşmuş maddesel bir toplamı değil; Dasein’ın anlam verdiği bir varoluş sahnesidir. Ona göre insan “dünyaya fırlatılmış” bir canlıdır. Fakat her ne kadar dünyaya atılmış olsak da bu atılmışlığımız kendi varoluşumuzu özgürce gerçekleştirmemize engel değildir.

Heidegger’in Dasein kavramı bize, insanın sadece var olan değil, kendi varoluşunun bilincinde olarak varlığını sürekli sorgulayan bir varlık olduğunu anlatır. Dünyanın bizim anlamlandırmamızla şekillenen bir sahne olduğunu hatırlatır.

Bir başka varoluşçu Jean-Paul Sartre ise bu özgürlüğe bir de sorumluluk kavramını yükler. Onun meşhur sözüyle: “Varoluş özden önce gelir.” Sartre’a bu cümlesiyle insanın doğuştan gelen, belirlenmiş bir özü olmadığını, insan önce var olup sonra kendi seçimleriyle kim olacağını belirlediğini söyler.  Fakat bu özgürlük insana bir de sorumluluk yükler. İnsan kendi özgü seçimlerinin sorumluluğunu yüklenmek zorundadır.

Albert Camus’nün varoluşçu düşüncesi ise birçok varoluşçuya göre farklıdır. O, insanın anlam arayışının dünyanın saçmalığından kaynaklandığını söyler. Bizler hayatın anlamını ararken evren sorduğumuz sorulara yanıt vermez. İşte bu çelişki, saçma (absürt) dediğimiz şeyi doğurur. Camus’nün ünlü metaforu Sisifos bu çatışmanın simgesidir. Sisifos her gün bir taşı tepeye çıkarır fakat taş her gün yeniden aşağı yuvarlanır. Ve Sisifos’un bu çabası sonsuza dek devam eden bir döngüdür. Yine de Camus, “Sisifos’u mutlu hayal etmek gerekir,” der. Çünkü saçmaya rağmen yaşamak, başkaldırmakla mümkündür.

Aslına bakarsanız varoluşumuza hayatımız boyunca katkı sağlayan pek çok şey vardır. Deneyimlerimiz, ilişkilerimiz, seçimlerimiz, hatta hatalarımız bile varoluşumuzu şekillendiren unsurlardır. Karşılaştığımız zorluklar, üstesinden geldiğimiz engeller, tutkularımız, hayallerimiz, aşklarımız hepsi bizi biz yapan, varoluşumuza anlam katan parçalardır.

Bu nedenle varoluş, sürekli bir oluş halidir ve bizler bu oluşun aktif katılımcılarıyız. Yaşadığımız her an, yaptığımız her seçim, varoluşumuza yeni bir boyut ekler. Bu süreçte, anlam arayışımız ve bu anlamı yaratma çabamız, varoluşumuzu şekillendirir. Bütün çabamız rastlantılarla dolu bir dünyada, kendi anlamımızı inşa etme gayretidir.

Ve Hegel; “Başkasının varoluşu benim varoluşumun ontolojik bir koşuludur.”

Hegel’in cümlesinden ne anlamamız lazım?

Bu cümle, Hegel’in felsefesinde önemli bir yer tutan “Ben ve Öteki” ilişkisini ifade eder. Basitçe söylemek gerekirse, Hegel’e göre kendimizi ve kim olduğumuzu ancak başkalarıyla ilişkimiz sayesinde anlayabiliriz. Yani, “ben” kavramı ancak “öteki” ile karşılaştığımızda anlam kazanır

Hegel’in bu fikri, insanların sadece kendi içlerine bakarak değil, başkalarıyla etkileşim kurarak kendilerini daha iyi anladıklarını vurgular.  Yani, bir anlamda, aynaya bakmak gibidir; kendi yansımamızı görmek için bir aynaya ihtiyacımız var, değil mi? Hegel de işte tam olarak bunu söylüyor.

Varoluş, bir “şey” değil; bir “oluş”tur. İnsan, yalnızca yaşayan değil, yaşantıya anlam yükleyen tek varlıktır. Heidegger’in Dasein’ı, Sartre’ın özgürlüğü, Camus’nün başkaldıran Sisifos’u hep bu yüzden var. Hayat rastgele olabilir ama varoluş rastlantı değildir ve unutma ki sen, anlam kurabildiğin sürece varsın.


Yorum bırakın