“İkinci Cinsiyet” Kitap Analizi: Birinci Cilt

Kadın doğulmaz, kadın olunur” cümlesiyle başlayan Simone de Beauvoir’ın “İkinci Cinsiyet” adlı ünlü eseri, feminist düşüncenin temel eserlerinden biri olarak kabul edilir. Geçtiğimiz hafta bu önemli yapıtın “Gülnur Acar Savran” çevirisiyle Koç Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan ilk cildini okumayı tamamladım. Bu yazımız, iki ciltlik eserin ilk cildi üzerine olacak.

Kendisi de bir Varoluşçu olan Simone de Beauvoir’ın bu eseri “Kadın” kavramına varoluş felsefesi bakış açısıyla bakarken aynı zamanda Jean-Paul Sartre, Maurice Merleau-Ponty, Edmund Husserl, Martin Heidegger, G.W.F. Hegel, Soren Kierkegaard, Karl Marx gibi önemli filozofların düşünceleriyle yoğrulmuş bir yolculuk tadında.

Beauvoir kitabında kadının ataerkil düzende yaşamaya mahkum edilmiş bir varlık haline getirildiğini ve kadının bir insan olarak kendisini gerçekleştirme koşullarından yoksun bırakıldığını söylüyor. Peki ataerkil düzen kadınların varlığını ve varoluşlarını nasıl engelliyor? İki ciltten oluşan kitabın ilk cildi “Yazgı”, “Tarih” ve “Efsaneler” başlıkları altında üç ana başlıktan oluşuyor ve bu bölümlerin her biri bu sorunun cevabını arıyor. Kadının tarihsel olarak erkeğe kıyasla nasıl “öteki” konumuna itildiğini, bu konumun nasıl inşa edildiğini ve erkek egemenliğinin bu süreci nasıl meşrulaştırdığını titizlikle inceliyor. Beauvoir, bu üç bölümün tamamında kadının “Mutlak Güç” olan erkeğin karşısına nasıl “Başka” olarak konumlandırıldığını ayrıntılarıyla incelerken bu “başkalık” halinin erkek tarafından tarihsel olarak nasıl dayatıldığını da gözler önüne seriyor.

“Yazgı” adlı ilk kısım üç alt başlık içeriyor:

1. Biyolojinin Verileri

2. Psikanalitik Bakış Açısı

3. Tarihsel Materyalizmin Bakış Açısı

“Biyolojinin Verileri” adlı birinci bölümde Beauvoir, kadınla erkek arasındaki biyolojik farkları detaylandırırken bu farkların cinsiyet rollerini belirlemedeki etkisini sorguluyor. Kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıkları doğadaki birçok canlıdan örnekler vererek geniş bir perspektifte gösteriyor. Beauvoir, doğada cinsiyetin zorunlu bir gerçeklik olmadığını hatta tek hücrelilerin ve bazı çok hücreli canlıların cinsiyetsiz olarak çoğalabildiklerine vurgu yaparak biyolojik gerçekliklerin toplumsal rollere doğrudan bir gerekçe sunamayacağını söylüyor. “Biyolojik veriler, kadının tarihindeki birincil belirleyicilerdir, ama bu veriler ne kaderdir ne de toplumsal rollerin doğal gerekçesi olabilir.” diyen Beauvoir ayrıca düşüncelerini fenomenolojinin önemli isimlerinden birisi olan Merleau-Ponty‘nin “Bedensel farklılıklarımız olsa da beden dünyaya tutunmanın aracıdır; ama onun anlamı yalnızca biyolojik değil, varoluşsaldır” cümlesiyle destekliyor.

“Psikanalitik Bakış Açısı” adlı ikinci bölüm, “Kadın olmak, yalnızca biyolojik cinsiyetle değil, kadının kendini kadın olarak hissetmesiyle ilişkilidir” cümlesiyle başlıyor. Bu bölümde Freud’un kadın cinselliği ve psikolojisi üzerine olan teorileri eleştiriliyor. Freud’un kadınları “eksik erkekler” olarak tanımlamasına ve kadın cinselliğini erkek cinselliğinden türetmesine karşı çıkıyor.

Une de Libération le 15 avril 1986.

Yine aynı bölümde Freud’un cinselliği her şeyin temeli olarak görmesine karşı çıkan bir başka psikanalist Alfred Adler’in düşüncelerine yer veriliyor. Adler’e göre, insan davranışlarını belirleyen temel faktör Freud’un dediği gibi cinsellik değil insandaki üstünlük arzusudur. Her bireyde bir güç arzusu vardır, ancak bu aynı zamanda aşağılık duygusuyla birlikte ortaya çıkar. Yani Adler’e göre insanlar tüm hayatları boyunca doğuştan gelen bir aşağılık duygusunu aşmak ve üstünlük sağlamak için çabalarlar. Bu çaba, kişiliği ve davranışları şekillendirir.

Simone de Beauvoir, aynı zamanda Adler’in kadınların erkeklerden aşağılık hissettiği ve erkek gibi olma arzusu taşıdığı fikrine de katılıyor. Ancak, bu aşağılık kompleksinin biyolojik değil, toplumsal nedenlerden kaynaklandığını savunuyor. Yani, kadınların toplumsal olarak ikincil konuma itilmesinin onların aşağılık hissetmesine yol açtığını söylüyor.

Beauvoir, “Yazgı” adlı kesimin üçüncü ve son bölümü olan “Tarihsel Materyalizmin Bakış Açısı” adlı bölümde ise Engels’in kadınların toplumsal konumunu ekonomik faktörlerle açıklayan teorisini ele alıyor. Engels’e göre, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte kadınların toplumsal statüsü düşmüş ve erkek egemenliği başlamıştır. Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde kadının tarihsel sürecini üretim araçlarının yani; emek, sermaye, doğal kaynaklar ve girişim gücünün tekelde toplanmasıyla açıklar. Kapitalist sistemin büyük çoğunluğunda erkek, üretim araçlarının sahibi haline gelerek kadını da mülkiyet haline getirmiştir. Engels’in ifadesiyle bu, “kadın cinsiyetinin büyük tarihsel yenilgisidir.” Ancak Beauvoir, Engels’in bu tespitinin önemini kabul etmekle birlikte, kadının özgürleşmesinin sadece ekonomik bağımsızlıkla sınırlı olmadığını, toplumsal ve kültürel faktörlerin de önemli olduğunu vurgular. Fakat Engels’in “Kadın ancak üretimde toplumsal ölçekte yer aldığında ve ev işlerinde ona çok önemsiz bir ölçüde ihtiyaç duyulduğunda özgürleşebilir. Bu da ancak büyük sanayi ile mümkün hale gelmiştir” düşüncesine katıldığını ve Engels’in “Kadın sadece çalıştığı sürece özgürleşebilir” düşüncesine inandığını söyler. 

Ayrıca Beauvoir bu bölümde Kadının bağımsızlık mücadelesi anlatılırken Hegel’in köle efendi diyalektiğine gönderme yapar. Eş olarak kadının durumuyla kölenin durumu arasında çok fark vardır. “Kadını kendisini ezenlere bağlayan bağ, başka hiçbir bağla karşılaştırılamaz” der Beauvoir.

Kitabının ikinci bölümü olan “Tarih” adlı bölüm “Bu dünya her zaman erkeklere ait olmuştur fakat bu fikri açıklamak için önerilen nedenlerden hiçbiri bize yeterli gözükmedi” cümlesiyle başlıyor. Tarihsel süreç içinde kadının gelişimini inceleyen bu bölüm beş bölümden oluşuyor. Bu bölümlerde, ilk insan topluluklarından 20. yüzyıla kadar kadının toplumdaki rolünü inceleyen Beauvoir, Kadınların tarih boyunca nasıl “öteki” olarak görüldüğünü, toplumsal, kültürel ve ekonomik faktörlerin bu durumu nasıl etkilediğini ve kadınların ataerkil toplumlarda nasıl baskı altında tutulduğunu, evlilik ve annelik gibi rollerle nasıl sınırlandırıldıklarını ele alınıyor.

Beauvoir bu bölümü yazmaya “İlkel Göçebe Toplum” ile başlıyor. İlk insan “Homo Erectus” iki ayağı üzerinde dik olarak yürüyen insan olarak bilinir sonra yetenekleri olan insan anlamına gelen “Homo Habilis” gelir. Homo Habilis’den sonra gelen “Homo Faber” yani araç-gereç, alet yapan insanın evrilmesiyle insanoğlu alet yapmaya başlar. Alet yapan, ağacı oyup sandal yapan, av ve savaş aleti yapan erkektir. Homo Faber ile birlikte toplayıcılık dönemi bitmiş artık ilkel Göçebe toplum oluşmuştur ve bu toplumda da alet yapan erkeğin egemenliği vardır.

İlkel Göçebe toplumlar daha sonra toprağa yerleşip tarımla uğraşmaya başlar ve böylece yerleşik düzene geçiş sağlanmış olur. Tarımın gelişmesiyle birlikte toprak erkeklerin lehine bir üretim alanına dönüşmüştür. Tarıma geçiş aynı zamanda özel mülkiyeti ve miras hukuku ile birlikte babasoylu bir sistemi teşvik etmiştir.

Feodal bir yapıda gelişen Patriyarkal düzenin yerleşmesiyle birlikte, dinler ve yasalar kadını artık ikinci sınıf bir varlık olarak tanımlamaya başlamıştır.

Özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte kadın sınıfsal olarak daha da aşağı çekilir. Miras kurumu ile erkek kendini mülkiyet yoluyla efendi konumuna yükseltir. Mal sahibi, ölümden sonra da varlığını sürdürebilmek için mülkiyetin kendi soyundan gelen bireylerde kalmasını ister. Bu bağlamda kadının hiçbir söz hakkı yoktur.

Kadın erkek için hem erkeğin hizmetini yerine getirmek hem de varoluşunu sürdürebilmek için vazgeçilmezdir. Bu nedenle yasalar kadını tamamen yok etmek yerine denetim altına almak için çıkarılır. “Kadın hem hizmetkar hem de eş olmalıdır; ama bu nasıl mümkün olacak?” sorusu, patriyarkanın cevap bulamadığı sorulardan biridir.

Daha sonraki yıllarda feodal toplumdan çıkan ve aydınlanma hareketiyle şekillenen insanoğlu gelecekte oluşacak devrimlerin toplumu temelden özgürleştireceğine inanır. Fransız devrimi gibi büyük bir devrim gerçekleşir ancak kadınların yazgısı yine de değişmez. Fransız Devrimi sırasında kadınlar, ekonomik olarak özgürlüklerine kısmen sahip olsalar da siyasal temsilin içine giremezler.

Bu dönemde kadınların haklarını aramaları aktivistler tarafından gerçekleşir. Fransız Devrimi sonrası, Fransız aktivist, feminist ve oyun yazarı Olympe de Gouges’in 1789’da yayımladığı “Kadın Hakları Bildirgesi” buna örnektir. Bu bildirge kadına eşit yurttaşlık talep eden ilk metinlerden biridir. Olympe de Gouges 1789’da yayınladığı bu belgeyle Fransız Devrimi’nin toplumsal cinsiyet eşitliğini tanımasındaki başarısızlıklarını ortaya çıkarmayı umar fakat ne yazık ki vatana ihanetle suçlanır, yargılanır ve idam edilir.

Devrim bir çok özgürlükle birlikte gelirken kadın yine unutulmuştur. Devrim sonrası ortaya çıkan Napolyon Yasası, kadını kocasına hukuken tam olarak bağlar. Kadının kişisel ve malvarlığına dair hakları büyük ölçüde sınırlandırılır. Kadın artık kocasına itaat etmek zorundadır.

Sanayi Devrimiyle birlikte gelişen kapitalist sistem kadını “yüce ve kutsal” bir konuma koyarak onun özgürlük talebini daha çok bastırır. Balzac ve benzeri yazarlar, kadını ev işlerinde köleleştirirken onu aynı zamanda “tahta çıkarılması gereken bir köle” olarak idealize eder. Kadın bir yandan anne olarak yüceltilirken, diğer yandan bağımlı kılınarak bastırılır.

19. yüzyılın Fourier, Saint-Simon, Marx, Engels gibi sosyalist düşünürleri ise kadının kurtuluşunu ekonomik eşitliğe bağlamışlardır. Engels’in öngörüsü, kadının üretime katılmasıyla özgürleşeceği yönündedir. Sanayi devrimiyle birlikte kadınlar fabrikalarda çalışmaya başlar; bu onların ekonomik özerklik kazanma sürecini başlatmış olur.

Simone de Beauvoir, İlk cildin üçüncü ve son kısmı olan “Efsaneler” kısmında ise yaratılış efsanelerinin kadının erkeğe bağlı, ondan türetilmiş bir varlık olduğu fikrini pekiştirdiğini söyler. Ona göre kutsal kitaplardaki Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratılması bu anlayışın örneğidir. Kadın bu anlayışa göre doğrudan erkeğe hizmet için yaratılmıştır. Bu düşünce kadını ontolojik olarak “ikincil” bir varlık haline getirir.

Bana göre kitabın ilk cildi kadının cinsiyet olarak biyolojik kaderden çok, toplumun dayattığı rollerle inşa edildiğini göstermesi açısından çok başarılı bir metindi. Beauvoir, kadının toplumdaki yerinin sadece fiziksel farklılıklara indirgenemeyeceğini; kültür, gelenek, din, ekonomi ve düşünce sistemlerinin kadın üzerinde nasıl baskı kurduğunu bu ilk ciltte başarılı bir şekilde gösterdiğini düşünüyorum.

Bu yazımız, Simone de Beauvoir’ın “İkinci Cinsiyet” adlı eserinin ilk cildine dair düşünsel bir yolculuktu. Ancak bu yolculuk henüz tamamlanmadı. Kadın olmanın tarihsel, toplumsal ve varoluşsal boyutlarını derinlemesine irdeleyen Beauvoir’ın felsefesinin ikinci ciltte daha da somutlaşacağına inanıyorum. İkinci cildi de okuduktan sonra, umarım bu yazının devamı niteliğinde, bütünsel bir “İkinci Cinsiyet” analizi yazısı yazmayı başarabilirim.


Yorum bırakın