Bugün biraz modernlikten bahsetmek istiyorum. Hani şu her şeyi dönüştüren, yaşamımızın her köşesine sirayet etmiş o büyük değişimden. Ama merak etme, karmaşık felsefi tanımlarla boğmayacağım seni. Gel, istersen bu konuyu daha sade ve samimi bir dille konuşalım.
Modernlik denilince çoğumuzun aklına önce teknoloji gelir. Akıllı telefonlar, hızlı trenler, yapay zekâ… Birde başına “Modern” kelimesini koyduklarımız var; modern ev, modern sağlık teknolojileri, modern eğitim, modern iletişim. Bütün bunları kullandıkça kendimizi modern hissederiz.
Peki gerçekten modern olmak, sadece teknolojiyi kullanmak ve modern yaşamın sunduğu imkanlardan faydalanmak mıdır?
Bence değil. Modern hayat sadece en son teknolojilere sahip olmak veya günümüzün yeniliklerine ayak uydurmakla ilgili olamaz.
Modernlik, aslında düşünce biçiminde ve toplumda var olma şeklimizle daha çok alakalı. Hatta günümüzden çok daha eski yıllara ait bir şey. Öyle ki, kökleri 17. ve 18. yüzyıla, Aydınlanma düşüncesine kadar uzanıyor. Hani şu ünlü Fransız filozof Rene Descartes var ya, işte bu adam 1637 yılında, bugün neredeyse rasyonalizminin kurucu cümlesi olarak bilinen “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) diye Latince bir cümle söylemiş; İşte o an modern düşüncenin ilk adımını da atmış. Neden?
Çünkü “Cogito, ergo sum” yeniden akılcılığı ortaya koymuş hem de ortaçağ skolastik düşüncesinin tam ortasına. O yıllarda kilisenin baskısı altında, totaliter bir yönetimle yönetilen bir ülkede böyle bir cümle kurmak öyle her babayiğidin harcı değildir ama yapmış işte. Ve Aydınlanma dönemi bu cümleyle başlamış.
İnsanların artık Tanrı’dan değil, kendi akıllarından medet ummaya başladığı Aydınla dönemi…
Bu yeni düşünceyle birlikte, insanlar artık hayatı yeniden sorgulamaya başlamışlar. Eskiden olduğu gibi kutsal kitaplara ya da geleneklere bakmak yerine, “Ben ne düşünüyorum?” diye sormaya başlamışlar. Bu kulağa oldukça özgürleştirici geliyor, değil mi? Ama işin bir de öteki yüzü var.
Jean-Jacques Rousseau diye bir düşünür vardı. Hani şu “Toplum Sözleşmesi”ni yazan adam. O, modern dünyanın bu yeni akılcılığına mesafeli duruyordu. İnsanların doğada daha mutlu olduğunu, medeniyetle birlikte hem kendilerinden hem birbirlerinden uzaklaştıklarını savunuyordu. Ona göre, modern insan kibar ama samimiyetsizdir. Güler yüzlü ama yalnızdır.
Rousseau’nun ne kadar haklı olduğunu sanırım 21. yüzyılda gördük gibi ya neyse…
Ve tabii ki, işin bir de ekonomik tarafı var. Kapitalizm dediğimiz sistem tam da bu dönemde ortaya çıkmış. Çalışmak, üretmek, biriktirmek… Bu aslında bir zorunluluk haline gelmiş. Çoğumuz, sabahları uyanıp işe gitmek zorundayız çünkü sistem bunu gerektiriyor; bu sadece bir hayatta kalma mücadelesi. Ve bu sistem içinde herkesin “başarı” dediği bir yerde, aslında neyin başarı olduğu da sorgulanmıyor.
Kapitalizm çok fazla sorgulanmadan yıllar içinde büyüdükçe bireyciliği, hırsı ve rekabeti hayatın merkezine yerleştirdi ve böylece bireysel başarıyı merkezine alarak bizi bir yarışa itti. Bu yarışta, daha çok para kazanmak, daha başarılı olmak, başkalarından önde olmak gerekiyor. İşin garibi, bu bitmek bilmeyen yarışın içinde kimse bir diğerinin yanına gelmek istemiyor. Bu da insanları bir araya getiren dayanışma duygusunu zayıflattı. Eskiden dostlar arasında kurulan samimi ilişkilerin yerini, çıkar ilişkileri ve yüzeysel bağlantılar aldı. Herkes kendi hedefinin peşinde koşarken, yanındaki insanı görmez oldu. Çünkü “bağlantı” dediğimiz şey yerini, sadece rekabete bıraktı. Böylece, kalabalıklar içinde daha yalnız bir dünya kurulmuş oldu.
Farkında mısınız bilmiyorum ama yasadığımız modernlik kapitalizmin bize verdiği kadar ki bir modernlik. Kapitalizm yavaş yavaş modern düşünceyi de eline geçirdi. Modernlik, bir yandan özgürlükler sundu: Kadın hakları gelişti, eğitim yaygınlaştı, birey olmanın kıymeti anlaşıldı. Ama diğer yandan insanlar giderek daha çok yalnızlaştı. Aile bağları zayıfladı, doğayla ilişkimiz yüzeysel hale geldi. Kim olduğumuzu ve neden yaşadığımızı sorguladığımız ama çoğu zaman cevap bulamadığımız bir döneme girdik.
Alain Touraine isminde, Fransız bir sosyolog vardı; çok tonton bir amcaydı. 2023 yılında 98 yaşındayken vefat etti. “Modernlik ve Modernite” konusunda inanılmaz bilgili bir sosyologdu. “Modernliğin Eleştirisi” adında çok ünlü bir eseri var. Bakın ünlü sosyolog o eserinde ne diyor;
- “Ben modern biriyim demek ve modern olmak kolay bir şey değildir. Bilimin teknolojik araçlarını ya da uygulamalarını kullanmak modern toplum olmak için tek başına yeterli olmaz. Modernlik fikri toplumun merkezine bilimi koyar. Buna ek olarak entelektüel etkinliğin siyasal propagandalar ya da dinsel inançlar tarafından etki altına alınmaması, yasaların herkese tarafsız olması, toplumdaki bireyleri torpile, adam kayırmaya, particiliğe ve yolsuzluklara karşı koruyabilmesi, kamu ve özel yönetimlerin kişisel bir iktidarın aracı haline getirilmemesi gerekir”
Hadi bakalım şimdi sorun kendinize “Ben modern miyim?” diye ya da eğer korkmuyorsanız şunu da sorabilirsiniz “Modern bir ülkede mi yaşıyorum?”
İşte modernlik böyle bir şey: Hem iyi hem kötü. Hem umut verici hem de tedirgin edici. Ne tam olarak sarılabildiğimiz ne de tamamen vazgeçebildiğimiz bir şey. Modernliğin sunduğu teknolojiyi, bilimi ve hakları seviyoruz. Ama konu modern yaşama fikrine gelince eski alışkanlıklarımızı bırakmak zor geliyor. Çünkü toplumun bize biçtiği roller, geleneksel değerler ve tabii ki şu ünlü” Ne derler?” baskısı…
Bu baskılar, çoğu zaman farkında olmadan içimize öyle bir yerleşiyor ki gelenekler, toplumun bizi nasıl görmesi gerektiğine dair dayattığı normlar, bazen modern hayatın sunduğu özgürlüğün önüne geçebiliyor. Yani demem o ki; sen modern dünyanın özgür düşüncesini savunuyor olabilirsin, ancak aynı zamanda geçmişin kalıpları, “aman ha laf söz olur!” korkusu hala varlığını sürdürüyor. Özellikle küçük toplumlarda, mahalle baskısı gibi görünmeyen ama hissedilen bir yapı insanı fazlasıyla etkileyebiliyor. Kendi istediğimiz gibi yaşamak, kendi yolumuzu çizmek, bazen “başkalarından” gelecek yargılardan korktuğumuz için pek de kolay olmuyor.
Yoksa gerçek modernlik, bu ikilemi aşabilmekte mi yatıyor?
Bu yazının amacı, sana “modernlik kötüdür” demek değildi. Ama biraz durup düşünmek, bu kadar hızlı değişen bir dünyada iç sesimizi duymaya çalışmak… Belki de gerçekten modern olmanın en önemli parçası budur.
Sen ne düşünüyorsun? Gerçekten modern bir insan mısın, yoksa sadece modern dünyanın içinde sürükleniyor musun?
