İnsanoğlu var olduğu günden beri dünyayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştı. Fakat yaşadığı bu dünya durmadan değişen dönüşen farklılaşan bir dünyaydı. Bu durmadan değişen dünyada cevabını bilmediği çok şey oluyordu. O ise cevabını bilmediği, etrafında olup biten her şeyi merak ediyor, merak ettikçe de kafasındaki soruların cevabını bulmaya çalışıyordu. Bilim dediğimiz şey de insanın bu merakından doğdu zaten.
Ne doğada ne de insan hayatında hiçbir şey sonsuz değildir sonsuz olan tek bir şey varsa o da değişimdir. Dünyadaki hatta daha geniş anlamıyla evrendeki her şeyin değiştiği gibi insan da yüzyılların geçmesiyle basit bir insan olmaktan çıkmış birçok değişim sonunda birçok gelişme evrelerinden geçerek değişmiştir daha doğrusu değişmek zorunda kalmıştır.
Engels insanın bu kaçınılmaz değişimini, insan toplumlarının ilk dönemlerinden yani “İlkel Göçebe Toplumlar”dan başlayarak özel mülkiyetin ve devletin ortaya çıkışına kadar olan süreci “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde uzun uzadıya anlatır. Engels bu ünlü eserini yazarken Amerikalı antropolog ve bir sosyal teorisyen olan Lewis Henry Morgan‘ın incelemelerinden çok etkilendiğini söyler.

Morgan önemli bir antropologdur ve uzun süren araştırmaları sonunda, insanlık tarihini “Vahşet”, “Barbarlık” ve “Uygarlık” olmak üzere üç ana evreye ayırmıştır. Morgan, Vahşet ve Barbarlık olarak tanımladığı ilk iki evreyi de kendi içinde “Aşağı”, “Orta” ve “Yüksek” diye üç evreye ayırır.
Vahşet döneminin aşağı evresi insan soyunun emekleme dönemidir. Bu evrede insanlar ağaçlarda yaşarlar ve tek gıdaları kökler ve meyvelerdir. Üreten değil toplayıcı bir toplumdur. Aynı zamanda “İlkel Göçebe Toplum” olarak da bilinir.
Vahşet döneminin orta evresi ise ateşin bulunması ile başlar. Ateşle birlikte balık, yengeç gibi küçük deniz hayvanların tüketimi de başlamış olur. İnsanlar bu evrede silah yapmaya başlarlar; önceleri tahta ve taştan yaptıkları bu aletleri avlanmak için kullanırlar.
Vahşet döneminin yüksek evresinde ise silahların ok, yay ve mızrak olarak geliştiği, saz ve kamıştan sepet örülmeye başlandığı ve sanatın ortaya çıktığı dönem başlar. Ayrıca taş aletlerin yapılması da bu evrede olmuştur.
Barbarlık döneminin aşağı evresinde ise çanak çömlek yapımının başladığını görürüz. Bu dönemde insanlar vahşi hayvanları ehlîleştirmeyi öğrenmiş dolayısıyla süt ve et üretimine başlamışlardır. Ayrıca hayvanların derileri, postları, yünleri ve hatta boynuzları çeşitli işlerde kullanılmayı başlanmıştır.
Barbarlığın orta evresinde ev hayvanlarını ve tarımda kullanılan hayvanların ehlîleştirildiği ve tarımın geliştiği sosyal hayata hayvanlarında dahil edildiği dönem başlar. Ayrıca bu evrede taştan ve güneşte bekletilerek kurutulan kerpiçten bina yapımına başlanmıştır. Tarımın gelişmesi ile beraber bu evrede yerleşik düzene geçiş başlar. Artık ilkel göçebe toplum dönemi bitmiş yerleşik hayata geçilmiştir.
Barbarlık döneminin yüksek evresinde ise demir cevherinin eritilmesi icat edilir. Demirim eritilmesi sonucu tarımda saban kullanılmaya başlanır ve böylece ihtiyaçtan fazla tarım ürünü üretilir. Tarımda depolama dönemini de bu evrede görürüz. İnsanlar kullandığından fazla üretilen ürünleri artık kış ayları için depolamayı öğrenmişlerdir.
Bütün bu gelişmeler olurken herhalde insanoğlu henüz daha ilk adımlarını attığının ve tanımadığı bir dünyada yolculuk yaptığının farkında bile değildi. Bilmediği o kadar çok şey vardı ki her gün onu için yeni bir gündü. Kendini ve kendini içinde bulduğu dünyasını anlamak için önce tanımadığı bu dünyanın dilini anlaması gerekiyordu. Bu insanın varoluşunun nedenini anlama çabasındaydı.
Yazı yazdı, sayı saydı, kuram kurdu. Zihni, düşüncelerin sonsuz denizinde yüzerken, bulduğu her yeni kavram, ona yeni ufuklar açtı. Varlığın ardındaki mutlak hiçliği fark ettiği vakit ise her şeyden kuşkuya düştü. Kuşkuya düştükçe kuşku duyduğu her şeyi merak etmeye başladı. Merak duygusu düşüncelerin kıyısında bekleyen en derin korkularını yüzeye çıkardı. Bu korkularının cevabını bulamadıkça doğa üstü güçlere sığındı. Zaman geçti, bilmediği, tanımadığı, korktuğu her şey için öyküler uydurdu, masallar anlattı, mitler yarattı, destanlar söyledi. Uzun yıllar varoluşunun nedenini açıklayan mitolojiye inandı. Fakat gün geldi mitolojinin verdiği cevaplar artık onu tatmin etmemeye başladı. İçinde yaşadığı doğayla bulduğu cevaplar arasında tutarsızlıklar olduğunu fark etti.
Ve Antik Yunan’da Thales adında birisi doğdu.
Felsefede rasyonalist düşünme faaliyeti Thales ile başlatılır. Çünkü Thales çevresinde gördüğü doğa olaylarını mitoloji ile ya da doğaüstü güçlerle açıklamak yerine doğal yollarla açıklamayı deneyen ilk kişidir. Onun yaptığı ise sadece akılcı olarak düşünmekti. Yıllar sonra bu düşünme edimine “bilgiyi sevmek” ya da “bilgi arayışı” anlamlarına gelen “Filosofiya” yani “Felsefe” diyeceklerdi.
Thales’in açtığı yol insanlığı akıl yoluna davet ediyordu. Çok uzun yıllar İnsanlık bu akıl yolunu terk etmedi sonra Ortaçağ dediğimiz dönem başladı İnsanlık bu dönemde aklın yolundan tam bin yıl boyunca ayrıldı. Geçmişte cevap bulamadığı her soruyu mitoloji ile açıklayan insan Ortaçağ’da Skolastik ve Dogmatik düşünceye sarıldı.
Bin yıl süren ortaçağ döneminin skolastik düşünce yapısı düşünmenin bile yasaklandığı uzun bir süreçtir. Skolastik düşüncenin temel amacı sadece kilise öğretilerini desteklemek ve kutsal metinlere bağlı kalmaktı; bu nedenle bireylerin özgürce düşünmesi ya da farklı görüşler ileri sürmeleri sapkınlık olarak görülüyor ve ağır cezalarla bastırılıyordu. Yaşanılan her olay kilisenin onayladığı yorumlarla açıklanıyor yeni fikirler çoğunlukla aforoz tehdidiyle susturuluyordu. Skolastik yaşam tarzı, bireysel özgürlükleri, toplumsal ilerlemeyi ciddi biçimde kısıtlayan bir baskı düzeni oluşturmuştu.
Ve sonra Aydınlanma Dönemi başladı. Rönesans ve Reformun getirdiği özgürlük rüzgarları ile birlikte insanlık yeniden aklın aydınlanmış yoluna geçti.
Ama felsefe tarihine baktığımızda gerçek anlamda aklın yolunu açan ve açtığı bu yolu geçmişten geleceğin en derin, en karanlık kıyılarına kadar götürmeyi başaran Alman idealizmdir.
Alman İdealizmi 1781’de immanuel Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi” yayınlanmasıyla başlamış ve 1831’de Hegel’in ölümüyle son bulmuştur. İki tarih arasındaki geçen süre elli yıldır bu elli yılda gerçek anlamda felsefe tarihini değiştiren dört isim görürüz; Immanuel Kant, Johann Gottlieb Fichte, Friedrich Schelling ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel.

Bu dört isim, felsefeleri ile aklın aydınlık yoluna öyle uzun bir yol açtılar ki onlardan yıllar hatta yüzyıllar sonra açılan bu yolu takip ederek Marx, Engels, Kierkegaard ve Schopenhauer geldi daha sonra Fenomenolojinin büyük isimleri Edmund Husserl, Martin Heidegger ve ardından gelen Varoluşçular Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Albert Camus hatta varoluşçu olarak kabul edilen büyük Rus yazar Fyodor Dostoyevski bile Alman idealizm felsefesinin açtığı yolu takip ederek kendi felsefelerini oluşturdular.
Peki, Alman İdealizm felsefesinin bu kadar etkileyici olmasının nedeni neydi?
Alman idealizminin ortaya çıkmasını sağlayan sebep David Hume‘un şüpheciliğiydi. Alman idealizminin ikonik ismi Immanuel Kant’ın; “Beni derin dogmatik uykularımdan uyandıran kişidir” dediği David Hume.
David Hume, İskoç Aydınlanma döneminin en önemli filozoflarından biridir. Empirizm ve Şüphecilik akımlarının önde gelen temsilcilerinden olan Hume, özellikle neden-sonuç ilişkisi ve insan aklının sınırları üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır.
Kant, “Beni derin dogmatik uykularımdan uyandıran kişidir” cümlesini Hume’un neden-sonuç ilişkisi hakkındaki şüpheci görüşlerinin, o zamana kadar kabul edilen metafiziksel inançları tepetaklak ettiğin ifade etmek için kullanmıştır. Başka bir deyişle, Hume’un fikirleri Kant’ın kendi felsefi uyanışına yol açmış ve onu yeni bir düşünce sistemi geliştirmeye teşvik etmiştir.
Hume’a göre, neden-sonuç ilişkisi dediğimiz şey aslında alışkanlıklardan ibarettir. Yani bizler aslında sürekli tekrarlanan olayları görüyoruz ve aralarında bir bağ olduğunu düşünüyoruz.
Gelin bunu Hume’un kendisine ait iki örnekle açıklayalım; ilk örneğimiz bilardo topu örneği;
Hume, iki bilardo topunun çarpışmasını ele alır. İlk topa vurduğumuzda top hareket eder ve ikinci topa çarpar. Birşnci topun çarpmasıyla ikinci top da hareket eder. Bu olayda, ilk topun hareketinin ikinci topun hareketine neden olduğunu düşünürüz. Ancak Hume’a göre, bu sadece bir alışkanlıktır. Olayları sürekli bu şekilde gözlemlediğimiz için aralarında bir bağlantı olduğunu varsayarız. Aslında, ilk topun hareketinin ikinci topun hareketine neden olduğunu kanıtlayamayız. Bu örnek, Hume’un nedensellik hakkındaki şüpheci yaklaşımıdır. Ona göre, neden-sonuç ilişkileri kesin bilgiye değil, alışkanlığa dayanır.
Hume’un verdiği diğer örnek ise her sabah doğan güneşle ilgili.
Hume der ki: Biz her sabah güneşin doğduğunu görürüz. Bu, bize güneşin yarın da doğacağına dair güçlü bir inanç verir. Fakat bu inanç bir zorunluluk bilgisine dayanmaz; yalnızca alışkanlıkla oluşmuştur. Başka bir deyişle, güneşin yarın doğacağını kesin olarak bilemeyiz; sadece geçmişte hep böyle olduğu için yarın da böyle olacağını bekleriz. Ama bu beklenti, mantıksal bir zorunluluk ya da kesin bilgi değildir. Sadece deneyimden türeyen bir alışkanlıktır.
İşte David Hume’un bu sarsıcı şüpheciliği, Immanuel Kant’ın düşüncelerinde devrim yarattı. Kant, Hume’un “biz kesin bilgiye ulaşabilir miyiz?” sorusu üzerine derin düşüncelere daldı ve sonunda, insan zihninin bilgiyi nasıl oluşturduğunu araştırmaya girişti. Kant’a göre, bilgiyi yalnızca deneyimden (empirik olarak) elde etmeyiz; deneyimin kendisini mümkün kılan, zihnin önceden sahip olduğu bazı kategoriler (zaman, mekân, nedensellik gibi) vardır. Ona göre deneyim, ham haliyle bize ulaşmaz; zihnimizin bu kategorileri sayesinde şekillenip anlam kazanır.
Böylece Kant, hem rasyonalistlerin hem de empiristlerin yaklaşımlarını aşarak yepyeni bir felsefi yol açtı: “Transandantal idealizm.”
Kant’ın Transandantal Felsefesini daha önceki yazılarımızda ayrıntılı olarak yazmıştık. Kant hakkında yazmış olduğumuz yazıların linklerini bu yazımızın sonunda bulabilirsiniz.
Kant’ın Transandantal felsefesinde uzun uzadıya açıkladığı kategorileri sayesinde deneyimlerimizi anlamlandırdığımızı öğrendik. Örneğin, “nedensellik” kategorisi, olaylar arasında neden-sonuç ilişkilerini nasıl kurduğumuzu tartışmasız bir şekilde bize gösterdi. Ve artık biliyoruz ki bizler Kant’ın kategorileri sayesinde dünyayı anlamlandırıyor ve bilimsel bilgiye ulaşabiliyoruz.
İşte tamda bu yüzden Alman idealizmi, insanlık düşünce tarihinde adeta bir bilinç patlaması yaratan dönüm noktasıdır. 18. yüzyıl sonlarında Kant’ın aydınlanmacı eleştirisinden doğan bu hareket, o dönemde felsefi sorgulamayı öylesine yoğunlaştırdı ki eski düşünce alışkanlıklarımız Kant’ın felsefeis içinde yok olup gitti. Kant’ın uzay ve zaman gibi deneyimimizi biçimlendiren “a priori” yapılandırmaları fark etmesi, neyi bilip neyi bilemeyeceğimizi açık seçik olarak ortaya koydu. Daha sonraki yıllarda Fichte, Schelling ve Hegel’e uzanan bu zincir, Kant’ın eleştirel idealizmini evrensel bir mutlak idealizme taşıdı.
Kant’ın felsefesi bir kıvılcım gibi ilerleyerek Alman idealizminin büyük felsefi yapısına dönüştü. Ve bu felsefi yapı, yalnızca felsefeyi değil, edebiyatı, sanatı, bilimi ve modern düşünceyi de derinden etkiledi.
