David Hume: Nedensellik Eleştirisi

Felsefe tarihinde düşünce dünyasının kilit noktası ve belki de en büyük yol ayrımı Immanuel Kant ve onun Transandantal Felsefesidir.

Kant öncesi felsefenin temelleri büyük ölçüde Platon ve Aristoteles düşüncelerinin mirası üzerine kurulmuştu. Hatta Antik Yunan sonrası Hristiyan ve İslam felsefesi teolojileri bile genel anlamda Platon ve Aristoteles’in düşüncelerinin etkisi altında şekillenmişti. 1781 yılına gelindiğinde ise Kant “Saf Aklın Eleştirisi“adlı eserini yayınlayacak ve bundan sonra felsefe ve düşünce dünyasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Çünkü eskiye dair her ne varsa her şey Kant’ın açtığı bu büyük yol ayrımının gerisinde kalacaktı.

Düşünce dünyası “Saf Aklın Eleştirisi “adlı eserin yayımlanmasına kadar bilgimizin her zaman nesnelere uyması gerektiği iddia ediyordu. Kant bu düşüncenin tam tersini sorduğunda yani “Acaba nesneler bizim bilgimize uyarsa daha başarılı sonuçlar alabilir miyiz?” sorusunu ilk defa sorduğunda henüz bir Kopernik Devrimi yarattığının farkında değildi. Nasıl ki Kopernik dünya merkezli evreni Güneş merkezli evrene evirdiyse Kant da ünlü eserinde nesnenin formunun nesnenin kendisinde değil öznenin yani “Ben”in zihninde inşa edildiğini söyleyerek tüm düşünce anlayışını tepetaklak etmiştir.

Kant’tan önce filozoflar (özellikle deneyciler ve rasyonalistler), insan bilgisinin her zaman nesnelere uyması gerektiğini düşünüyordu. Yani dış dünyada nesneler var, biz de zihnimizde bu nesneleri olduğu gibi anlamaya çalışıyoruz. Yani bilginin doğru olması için, zihnimizin dış gerçekliğe “uyum sağlaması” gerekiyordu.

Kant’ın radikal sorusu neydi?

Kant bu düşünceyi tersine çevirdi ve şu soruyu sordu: “Ya dış dünyadaki nesneler, bizim zihnimizin yapısına uyuyorsa?”

Yani belki de biz nesneleri “oldukları gibi” algılamıyoruz, aksine zihnimiz nesneleri belirli bir biçimde şekillendiriyor olamaz mı?

Öyleyse gelin Kant’ın Bilgi Teorisinde “Bilgi”nin nasıl oluştuğuna bakalım.

Kant’ın bilgi teorisine göre, dış dünyadaki nesneler bize duyularımız aracılığıyla ulaşır. Ancak bu duyusal veriler (izlenimler) tek başına anlamlı değildir. Zihnimiz bu ham verileri algı yetimizdeki belirli yapılar aracılığıyla işler. İşte bu yapılardan en önemlisi “Anlama Yetimizin Kategorileri”dir.

Nicelik: birlik, çokluk, bütünlük 

Nitelik: gerçeklik, hiçlik, sınırlama

Bağıntı: töz ve ilinek, neden ve etki, eyleyen ve edilgin olan

Kiplik: olanak ve olanaksızlık, varolma ve varolmama, zorunluluk ve rastlantı.

Kant’a göre işte bu kategoriler, bizim dış dünyayı algılayışımızda aktif rol oynar. Yani dış dünyadan gelen veriler, zihnimizin bu önceden var olan kalıplarına göre biçimlenir. Bu kategoriler olmadan, deneyim dediğimiz şey mümkün olmaz.

Çünkü Kant’a göre; Kavram + Görü = Bilgidir.

Kant yukarda vermiş olduğu bu formülü kitabında şu ünlü “Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.” cümlesiyle açıklar. Çünkü Kant’a göre “Görü” ancak ve ancak zaman ve mekân altında mümkündür. Bu yüzden “Görü” zaman ve mekâna uymak zorundadır. Sonuç olarak bizler sadece uzay ve zaman altındaki bilgilere ulaşabiliriz.

Bu kısa Kant bilgisinden sonra yazımızın esas konusu olan 7 Mayıs 1711’de İskoçya’nın Edinburgh kentinde doğmuş, 25 Ağustos 1776’da hayatını kaybetmiş ve İskoç Aydınlanması’nın en önemli figürlerinden birisi olan David Hume’a geçebiliriz.

Peki bir David Hume yazısı yazmak için neden öncelikle Immanuel Kant girişi yaptık?

Eğer Kant kendi felsefi yolculuğunun başlangıcında şu ünlü “Hume beni dogmatik uykularımdan uyandırdı” cümlesini kurmasaydı belki de ne Kant ne de Kant’ın Transandantal felsefesi olmayacaktı. Bu yüzden David Hume yazımıza Kant’a ufak bir girişle başlamak zorundaydık.

Dogmatik Uykulardan Uyanmak

David Hume, John Locke ve George Berkeley ile birlikte klasik Ampirizmin (Deneyciliğin) üç büyük isminden biridir. Deneycilere göre tüm bilgimizin kaynağı duyusal deneyimdir. Bu nedenle metafizik gibi deneyimle doğrulanamayan alanlar bilgi olarak kabul edilmez.

David Hume & İmmanuel Kant

David Hume, deneyciliği John Locke ve George Berkeley’den devralmış ve devraldığı bu mirasa  iki yeni ayırım ekleyerek işe başlamıştı.

Hume, ilk olarak izlenimlerle, fikirleri birbirinden ayırdı; “İzlenimler” duyusal tecrübenin doğrudan sonuçlarıdır, “Fikirler” ise izlenmelerin kopyalarıdır. Bu ne demek örneğin ayağımı kapıya çarptığım zaman sahip olduğumu duygu “Acı İzlenimdir” fakat ertesi gün o acıyı hatırlamam ise acı fikrini ortaya çıkarır. Böylece Hume bütün fikirlerin izlenimlerden kaynaklandığını söyler.

Hume ikinci olarak fikirler ile olguların ayrımını yapar.

Olgular haklarında ancak dünyayı tecrübe ederek bilgi sahibi olabileceğimiz durumlardır.

“Bütün bekar erkekler evli değildir” önermesinde bütün bekarların evlenmemiş olduğu tanımın gereği doğrudur. Bu bir fikir ilişkisidir çünkü biz bekarların evli olmadığını fikir olarak biliriz.

Ancak “Bütün bekar erkekler evlilere göre daha fazla bira içer” önermesi ise bir araştırma gerektirir. Yaptığımız araştırma sonucu edindiğimiz bilgi ise olgudur.

Bu nedenle Hume göre bilgilerimizin tamamı ya “Fikir İlişkisidir” ya da “Olgudur”.

Böylelikle Hume bilgiye Deneycilik ile ulaşabileceğimizi söylemiş oluyordu bu Akılcılığa yani Rasyonaliteye büyük bir başkaldırıydı.

Şimdi gelelim Kant’ın dogmatik uykularından uyanma sebebine.

Hume, dünyayı anlamak için sadece iki tip fikrin kullanılabileceğini söylüyordu;

  1. Deneyimlediğimiz izlenimlerin doğrudan kopyaları olan fikirler
  2. Deneyimlemediğimiz izlenimlerin en iyi açıklamasını sağlayan fikirler.

Birinci tip fikirlere örnek olarak çevremizde gördüğümüz tüm nesneleri verebiliriz. Biz “Köpek” örneğini seçelim. Bugüne kadar yüzlerce hatta daha fazla köpek gördük öyle değil mi? Ve bizler gördüğümüz bu köpekleri deneyimleyerek bir köpek fikrine ulaştık. Yani köpek hakkındaki fikrimiz doğrudan köpeğe ait izlenimlerimizin kopyasından oluştu.

İkinci tip fikirlere örnek ise Dinozorları verebiliriz. Biz dinozorları bugüne kadar görmemiş olmamıza rağmen yine de bir dinozor fikrini sahibiz.

Hume’un bu noktada geldiği yer şudur; Olgulara dair bütün bilgimiz doğrudan izlenimlerine sahip olduklarımız veya hafızamızda tuttuklarımız hariç geriye kalan her şey nedensel çıkarımdır.

Nedir Bu Nedensel Çıkarım?

Hume’un en çığır açıcı görüşlerinden biri nedensellik hakkındaki analizidir. Ona göre “A, B’ye neden olur” şeklindeki klasik nedensellik anlayışı, mantıksal bir zorunluluk değil, sadece alışkanlığın ürünüdür.

Şimdi gelin Hume’un alışkanlık dediği şeyin ne olduğuna bakalım oradan da “Nedensellik Eleştirisini” anlamaya çalışalım.

Hume’a göre insan, çevresinden gelen uyarıcılara tepki veren bir varlıktır ve bu tepkiler zamanla alışkanlık yoluyla biçimlenir; yani bir durumu tekrar tekrar yaşadıkça, o duruma belli bir şekilde tepki vermeye alışırız. İşte bu süreç, Hume’un “alışkanlık” dediği şeydir. Alışkanlık, bizim nasıl düşüneceğimizi ve davranacağımızı belirler.

Örneğin: Eğer biri bir topu sana attığında sen onu her seferinde yakalıyorsan, bir süre sonra top sana doğru gelir gelmez elin otomatik olarak hareket eder. Bu bir refleks değil, alışkanlık yoluyla oluşmuş bir zihinsel düzenlemedir. Yani bu bir nedensellik değil bir alışkanlıktır. Hume’a göre insan, çevresiyle etkileşim içinde oldukça ve bu etkileşimlerden öğrendikçe belli davranış kalıpları geliştirir. Bu öğrenme de alışkanlıklar sayesinde olur.

Humun’un nedensellik eleştirisini anlattığı “Güneş her sabah doğar” örneği önemli bir örnektir.

Hume’a göre, güneşin her gün doğduğunu görmüş olmamız, onun yarın da doğacağını kanıtlamaz. Bu sadece bizim alışkanlıklarımızın sonucunda oluşan bir beklentidir. İnsan zihni, geçmişte sürekli olarak birlikte gerçekleşen olaylar arasında bir bağ kurar ve bu bağı “nedensellik” olarak adlandırır. Ancak bu bağ, doğada gerçekten var olan zorunlu bir ilişki değildir; bizim deneyimlerimize dayanarak oluşturduğumuz bir beklentidir. Dolayısıyla güneşin her sabah doğacağını düşünmemiz, nedensel bir zorunluluktan değil, deneyimlerimizin tekrarından kaynaklanan bir alışkanlıktan ibarettir.

İşte şimdi Kant’ın dogmatik uykusundan uyandığı kısma geldik.

Hume’un nedenselliği alışkanlıktan doğan bir kavram olarak görmesine karşılık, Immanuel Kant bu konuda oldukça farklı bir bakış açısı sunar.

Hume’un düşünceleri, Kant’ı derinden sarsar çünkü Hume, nedensellik gibi temel bir ilkenin bile deneyimden kaynaklanan bir alışkanlık olduğunu öne sürerek, bilginin kesinliğini ve zorunluluğunu sorgulamıştır. Kant ise bunun üzerine şunu düşünmeye başlar:

“Eğer tüm bilgimiz sadece deneyime dayanıyorsa, nasıl oluyor da matematikte ve doğa bilimlerinde kesin ve evrensel yargılara varabiliyoruz?”

Kant’a göre nedensellik, tıpkı uzay ve zaman gibi, insan zihninin dünyayı algılarken önceden (a priori) sahip olduğu zihinsel kategorilerden biridir. Yani biz dünyayı doğrudan “olduğu gibi” değil, zihnimizin kategorileri aracılığıyla algılarız. Nedensellik de bu kategorilerden biridir. Ona göre:

“Nedensellik deneyimden sonra gelmez; deneyimin mümkün olması için zaten önceden zihnimizde bulunmalıdır.”

Nedensellik Hume’un dediği gibi dış dünyadan gelen bir bilgi değil; zihnimizin dünyayı anlamlandırmak için kullandığı kategorilerden biridir. Yani nedensellik deneyimin ürünü değil, deneyimi mümkün kılan zihinsel bbir a priori koşuldur.

Eğer biz olaylar arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurabiliyorsak, bu zihnimizin dünyayı düzenleme biçimindendir. Yani doğada nedensellik olup olmadığını bilmeyiz, ama bizim dünyayı algılayışımızın yapısı gereği nedensel ilişkiler kurmak zorundayız. Çünkü nedensellik bizde doğuştan apriori olan bir kavramdır ve bizler bizde doğuştan apriori olan bu kategorimiz sayesinde olayları zaman içinde ardışık olarak algılayabiliyoruz.

İşte David Hume’un önemi bu bilgiyle başlamıştır. David Hume’un “Nedensellik Eleştirisi” olmasaydı ne Kant ne de ondan sonra gelen Alman İdealizmi olamazdı.


Yorum bırakın