Her gün bir şey, bir şey her gün değişir. Bu yüzden her şey hem kendisidir hem de değildir. Eğer Herakleitosçu düşünürsek “Her şey akar (Panta Rhei)” o halde, her şey sürekli bir dönüşüm, oluş ve yokoluş durumundadır.
Evrendeki her şeyin dönüşümüne neden olan “Değişim” toplumsal bir varlık olan insanın bugüne kadar geçirdiği evrelere de etki etmiş hatta onun farklı toplumların içinde değişerek yaşamasına neden olmuştur.
İşte bugünkü yazımızın ana teması “Değişim” ve biz bu yazımızda “Değişim” kavramını ve onun toplumsal, felsefi boyutlarını incelemeye çalışacağız.
Başlangıçtan bugüne baktığımızda, toplumların ilkel komünal düzenden ilkel tarım toplumuna evrildiğini görürüz. Daha sonra bu yapı, köleci toplumlara; oradan da feodal sisteme dönüşmüştür. İlerleyen dönemde ise tarım devriminden sonra gerçekleşen sanayi devrimi ile birlikte kapitalist toplumların oluştuğuna şahit oluruz. Tarihsel süreç Sosyalist toplumların ise kapitalizmin eleştirilmesi sonucu meydana geldiğini söyler.
Kapitalist sistemlerde sermaye birikiminin az sayıda elde toplanması, üretim araçlarının özel mülkiyete dayalı olması ve bu süreçte ortaya çıkan sınıfsal eşitsizlikler sistemin en temel yapısal sorunlarıdır. Kapitalizm, doğası gereği eşitsizlik üretir; zengin daha zengin olurken yoksul daha da yoksullaşır. Bu nedenle Marks ve Engels’e göre sosyalizm, yalnızca bir ütopya değil, kapitalist sistemin kendi çöküşünün zorunlu sonucu olarak ortaya çıkacak olan tarihsel bir zorunluluktur. Marx ve Engels’in tarihsel materyalizm anlayışı da bunu açıkça ortaya koyar: Her ekonomik sistem, kendi çelişkilerinden dolayı bir sonraki toplumsal aşamaya evrilir. Sosyalizm de kapitalizmin plansızlığına, eşitsizliğine ve krizlerine bir yanıt olarak doğmuştur.
Fakat bu toplumsal değişimler içinde belki de en büyük değişimi 18. yüzyılda Aydınlanma çağı ile birlikte düşünürlerin dünyayı anlamanın merkezine aklı getirmeleriyle başladığını görürüz. Aydınlanma çağıyla birlikte akıl dışında hiçbir argümanı tanımayan bir kültür bilinci oluşmuştur. Bu süreçle birlikte insan, aklı merkeze alarak dini, doğayı, toplumları, her şeyi ama her şeyi amansız bir biçimde eleştirmeye başladı. Kant’ın deyimiyle “aklın mahkemesini” kurarak soyut somut tüm kavramları bu mahkemeden geçirdi. Artık her şeyi anlamanın tek ölçüsü akıl olmuştu akla uygun olmayan hiçbir şeyin varlığı kabul edilmiyordu.
Sanayi devrimiyle birlikte oluşan ve büyüyen kapitalist toplum bu aydınlanma dönemi çok iyi tahlil etmeyi başardı ve “Akıl”ı, feodalizmi yıkmak ve kendi egemenliğini kurmak için kullandı. Akıl adına yapılan eşitlik çağrısını yasa önünde eşitliğe döndürmeyi başardı. Doğal haklar diye ilan edilen mülkiyet hakkını sevinerek kabul etti çünkü mülkiyet olmadan kapitalist sistemden söz etmek olanaksızdır. Ve sonunda Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” idealinden çıkan “Özgürlükçü-Ussal Devlet”, pratikte burjuva cumhuriyetinden başka bir şey olmadı.
Kapitalist sistemin giderek büyümesi eşitlik kavramının artık bireylerin toplumsal durumuna yani içinde bulundukları sınıfa göre farklılık göstermesine, oluşan bu sınıfsal farklılıkların ise giderek çok daha fazla derinleşmesine neden oldu. İki sınıf arasındaki bu büyüyen uçurumun ortadan kaldırılması, sınıfsal ayrıcalıkların azaltılmasıyla değil, sınıf ayrılıklarının tamamen ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilirdi. Böylece sınıfsız bir toplum gerçekleşecek sınıf ayrıcalıkları denen kavram zorunlu olarak ortadan kalkmış olacaktı. Herkesin eşit şekilde yaşadığı sınıfsız bir toplum hayali işte bu motivasyon sonucu ortaya çıkmıştır.
Engels “Anti-Duhring” adlı eserinin henüz daha giriş paragrafında “Modern Sosyalizm” tanımını tam da bu doğrultuda yapar;
“Modern sosyalizm, içeriği bakımından, her şeyden önce bir yandan modern toplumda varlıklılar ile varlıksızlar, ücretliler ile burjuvalar arasında egemen olan sınıf karşıtlıklarının, öte yandan da üretimde egemen olan anarşinin bilincine varmanın ürünüdür.”
Engels burada “Anarşi” kelimesini, genelde politik bir sistem olan anarşizmden farklı olarak, düzensizlik, plansızlık, kontrolsüzlük anlamında kullanmıştır. Engels bu cümlesiyle, kapitalist üretim biçiminin plansız, bireysel çıkarlarla hareket eden, rastlantısal ve dağınık doğasını eleştirir. Kapitalist sistemde kendi çıkarını hatta daha anlaşılır olmak adına kendi karını da diyebiliriz; en yüksek düzeyde maksimize etmek isteyen kapitalist bu amacını gerçekleştirmek uğruna; aynı ürünün fazla üretilip satılamamasına, işsizliğe, eşitsizliğe ve sektörde rekabetin yıkıcı sonuçlarına ister istemez neden olur. Engels’in bahsettiği “anarşi” işte yukarıda yazdığımız kapitalizmin plansız üretim şekline yapılan bir metafordur.
Aslında “Değişim” gerçek anlamda bir prensibe oturtulması benim için de oldukça büyüleyici olan Klasik Alman felsefesinin gelişiyle gerçekleşmiş zirve noktasına ise Hegel ile ulaşmıştır. Hegel’in kendi ifadesiyle “en yüksek düşünce biçimi” olarak tanımladığı diyalektiğe dönmesiyle hem Hegel felsefesi biçimlenmiş hem de daha sonra düşünce dünyasını sarsacak olan “Tarihsel Materyalizm” düşüncesinin temelleri atılmıştır.
Diyalektik sözcüğü, Yunanca “diyalog” ve “etik” kavramlarının birleşiminden türetilmiştir. Etimolojik olarak izini sürdüğümüzde neredeyse tüm felsefe tarihini içine alan bir kavramla karşılaşırız. Diyalektik, başlangıçta bir tartışma sanatı ya da öne sürülen bir tezin kendi içindeki çelişkiler aracılığıyla yanlışlanması yoluyla doğruya ulaşma yöntemi olarak görülüyordu. Sokrates ve Platon döneminde ise bir düşüncenin karşıtıyla çatıştırılmasıyla hakikatin ortaya çıkarılması şeklinde tanımlandı. Ancak felsefe tarihçileri, diyalektiğin gerçek başlangıcını Presokratik dönemde, Herakleitos ile başlatır.
Antik Yunan felsefesinin başlangıcı bir doğa felsefesi olarak görülür. Presokratik filozoflar doğa filozofları olarak anıldıklarından, diyalektik düşünce sisteminin de doğa gözlemleriyle başladığını söyleyebiliriz. Herakleitos, doğayı gözlemleyerek doğada sürekli bir “oluş” ve “değişim” olduğunu saptamıştır. Herakleitos’a göre evrende değişikliğe uğramadan kalan, bozulmayan, dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Evrendeki her şey sürekli olarak bir değişim halindedir. Bu değişimin hareket olmadan gerçekleşemeyeceğini savunmuş böylece diyalektiğin ilk yasasının “Hareket” olduğunu belirlemiş oldu.
Herakleitos yine doğayı gözlemleyerek çok önemli bir bilgiye daha ulaşmıştı. O, doğada değişen ve dönüşen her şeyin kendi karşıtına, kendi zıddına dönüştüğünü fark etmişti; Yeninin eskiye, canlının ölüye, küçüğün büyüğe, büyüğün küçüğe dönüşmesi gibi. Tabii ki bu örnekler daha da uzatılabilir ama bu örnekleri uzatmasak da görünen o ki Herakleitos haklıydı. Bu dönüşüm, bir formdan diğerine geçişten ibaretti; fakat Herakleitos’un vurguladığı nokta, dönüşümün zıddına dönüşerek gerçekleşmesiydi. Bu çarpıcı fikir onu şu sonuca ulaştırdı: “Her şey, zıddıyla olan çatışma sayesinde değişir ve dönüşür. Çatışma, evrenin temel yasasıdır.” diyerek bu durumu ifade etmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Herakleitos’a kadar olan filozoflar varoluşu doğa yasalarıyla açıklamaya çalışırken, Herakleitos bu çerçeveye bir de değişimi dahil etmiş ve bu değişimin temelinde hareket ile çatışmayı görmüştür.
Diyalektik düşünce sistemine son ve sistematik biçimini kazandıran düşünür ise, Antik Yunan’dan yüzyıllar sonra diyalektiğe yeniden dönen Georg Wilhelm Friedrich Hegel olmuştur. Hegel, bu kavramı kendi “Tin Felsefesi” çerçevesinde yapılandırmış ve diyalektiği bir düşünme yöntemi olmaktan çıkarıp evrensel gerçekliğin işleyiş yasası olarak sunmuştur.
Descartes, ünlü “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) ifadesiyle özne olarak “Düşünen Ben”i felsefenin merkezine yerleştirmişti. Kant, bu düşünen beni “Bilinç” kavramıyla yeniden tanımlayarak, deneyimin önkoşullarını araştırdı. Fichte, Kant’ın bilinç kavramını “Ben” ile özdeşleştirirken; Schelling bu “Ben”in karşısına “Mutlak” olanı koydu.
Hegel ise tüm bu felsefi birikimi kendi sisteminde birleştirdi. “Tinin Fenomenolojisi” adlı eserinde bilincin gelişimini tarihsel ve diyalektik bir süreç olarak ele aldı. Bilinci üç aşamada inceledi: “Bilinç”, “Kendinde Bilinç” ve “Mutlak Bilinç”.
Bilincin kendi içinde Öznel, Nesnel ve Mutlak olan bu üç aşaması Hegel’i “Her şey kendi içinde kendi zıddını da taşır” cümlesine götürecek ve Hegel’in o ünlü üçlemesi ve diyalektik düşüncenin o ünlü prensibi “Tez, Antitez, Sentez Yasası” ortaya çıkacaktı. Bu yasaya göre her Tez kendi içinde Antiteziyle çatışır ve bu çatışma sonrası ortaya yeni bir ürün diyebileceğimiz Sentez çıkar.
Diyalektik düşüncenin bu ünlü prensibi Modern Alman felsefesinin doruk noktasıdır. Düşünce dünyası ilk kez her şeyin yani; doğa, tarih ve tin dünyasının sürekli bir hareket, sürekli bir değişme, sürekli bir dönüşüm ve evrim içinde olduğunu görmüş bu evrimi bilsem ve sistemsel bir tabana oturtan ise Hegel’in sistemi olmuştur.
Hegel ile Marx arasındaki en temel fark işte burada başlar. Her ikisi de “Diyalektik” kavramına inanıyor fakat bu kavrama farklı pencerelerden bakıyorlardı.
Hegel’e göre tarihin motoru yani değişim İde’dir yani fikirlerdir, düşüncelerdir. Çünkü Hegel’in diyalektiği idealisttir. Bir tez ortaya çıkar, bu tez kendi zıddı olan antitezi doğurur ve bu iki karşıt, sentezde birleşerek daha üst bir düzeye ulaşır. Fakat ona göre bütün bu süreç soyut düşünce düzeyinde işler.
Marx, Hegel’in bu görüşünü “baş aşağı” durduğunu söyleyerek kendi değimiyle “ayakları üzerine oturtmuştur.”
Ona göre tarihsel değişim soyut düşünce düzeyinde değil maddi yaşam koşullarının, üretim araçlarının ve üretim ilişkilerinin çatışmasıyla şekillenir. Evet, bir diyalektik süreç vardır fakat insanların düşünceleri, bilinçleri, yaşam tarzları hatta ideolojileri maddi yaşam koşulları tarafından belirlenir. Çünkü diyalektik sistemi belirleyen maddi yaşam koşullarıdır. İşte tam olarak bu yüzden Marx’ın diyalektiği materyalisttir.
Yazının en başında söylediğimiz “Her gün bir şey, bir şey her gün değişir.” cümlesi değişimin mutlak bir gerçeklik olduğunun ilk açıklamasıydı. Ve artık biliyoruz ki değişim evrenin belki de en önemli yasası.
Cehaletin yüceltilmesi ve bilgeliğin küçümsenmesiyle şekillenen günümüz toplumlarında, diyalektik düşünce sistemini kabul ederek değişimi anlamaya çalışmak sanırım artık bir lüks değil bir zorunluluk oldu. Karşıtlıklar, bastırılıp yok edilmek için değil; anlaşılmak ve dönüştürülmek için vardır. Dönüşmek ve dönüştürmek ise, zaten değişimin ta kendisidir. Belki de bu hayatı anlamak adına tek çıkış yolumuz, hakikatin yalnızca bir “doğru”da değil, çelişkilerin çatışmasında saklı olduğunu fark edebilmektedir.
