“Düşünün çünkü henüz yasaklanmadı” Areopagitica – John Milton
Tarih bize göstermiştir ki, düşüncenin baskı altına alınmadığı, herkesin fikrini özgürce dile getirebildiği dönemlerde insanlık büyük ilerlemeler kaydetmiş; bu ilerlemeler, kültürel ve toplumsal sıçramalarla tarihin seyrini değiştirmiştir. Bu özgür düşünce dönemlerinin belki de en önemlisi, 14. ve 15. yüzyıllarda yaşanan büyük kültürel ve entelektüel canlanma dönemidir. Avrupa’nın Orta Çağ karanlığından çıkışını simgeleyen bu dönem, insanlığın rotasını aydınlığa çevirmiştir.
O dönemde yaşanan batı dünyasındaki bu özgür düşünce ortamı; 14. yüzyılın sonu ile 15. ve 16. yüzyılları kapsayan kültürel ve entelektüel yeniden doğuş olan Rönesans’ı, Reform olarak bilinen dinsel devrimi, ardından insan aklını merkeze alarak evrendeki her şeyi akıl süzgecinden geçiren Aydınlanma Çağı’nı ve nihayetinde 1789 Fransız İhtilali’ni doğurmuştur. Eğer insanlık tarihi bu özgür düşünce dönemlerini yaşamasaydı, modern felsefe ve daha genelinde modern dünya bugünkü haline nasıl evrilebilirdi ki?
Rönesans’ın birey merkezli sanat anlayışı, Reform’un bireyle tanrı arasındaki doğrudan ilişkiyi savunması, Aydınlanma’nın aklı yücelterek eleştirel düşünceyi savunması ve Fransız İhtilali’nin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik idealleri; günümüz demokrasisinin, insan haklarının ve bilimsel düşüncenin temel taşlarını oluşturmuştur. Bu tarihsel kırılmalar, düşüncenin zincirlerinden kurtulmasıyla mümkün olmuştur. Kısacası, özgür düşünce yalnızca fikirleri değil, çağları da değiştirir.
Düşünce özgürlüğü, bireyin herhangi bir dış baskı, otorite ya da dogma tarafından yönlendirilmeden, aklını ve vicdanını esas alarak fikir üretebilmesidir. Sorgulamanın, eleştirinin ve alternatif bakış açılarının var olabilmesi, bu zihinsel özgürlük ortamıyla mümkündür. Bugün Anayasalarla güvence altına alınsa da düşünce özgürlüğü yalnızca hukuki bir hak değil, insan olmanın da temel koşuludur. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran şey, aklını kullanarak kendi düşüncesini yaratabilmesidir. Bu bağlamda Immanuel Kant’ın “Aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği meşhur yanıt oldukça anlamlıdır: “Sapere aude!; Aklını kullanma cesaretini göster.” İşte özgür düşünce bu bireysel cesaretle başlar.
Felsefe tarihine baktığımızda özgür düşüncenin izlerini Sokrates’in Atina toplumunun ahlaki değerlerini sorgulamasında, Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüyle her şeyi kuşku süzgecinden geçirmesinde, Kant’ın bireysel aklı cesaretle öne çıkarmasında, Hegel’in diyalektiğinde, John Stuart Mill’in özgürlük üzerine kurduğu düşünsel sistemde görebiliriz. Felsefe, özgür düşünce olmadan yaşayamaz; çünkü onun özü, zihinsel sınırların ötesine geçme çabasıdır.
Ve ne yazık ki ne zaman düşünce özgürlüğü bastırılmışsa, tarihin ilerleyişi de sekteye uğramıştır. Antik Yunan’ın, insanı ve evreni sorgulayan özgür düşüncesinden sonra gelen Orta Çağ’ın skolastik yapısı, dini dogmaların baskısı altında düşünceyi esir almıştır. Bilim, sanat ve felsefe kilisenin çizdiği dar sınırlar içinde hapsolmuş, bu sınırları aşmaya çalışanlar Engizisyon tarafından cezalandırılmıştır. Galileo’nun yargılanması, Giordano Bruno’nun yakılarak öldürülmesi, özgür aklın nasıl cezalandırıldığını gösteren trajik örneklerdir.
Benzer şekilde, otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü dönemlerde de düşünce özgürlüğü tehdit olarak algılanmış, sansür ve baskılarla halkın eleştirel düşünceye ulaşması engellenmiştir. Bu ortamlar yalnızca bireysel yaratıcılığı değil, toplumsal ilerlemeyi de durdurmuştur.
Tarihsel deneyimler gösteriyor ki düşünce özgürlüğü, sadece bireysel bir hak değil, aynı zamanda toplumsal gelişimin de ön koşuludur. Özgür düşünce olmadan bilim ilerleyemez, sanat zenginleşemez, insan hakları güçlenemez.
Öyleyse hadi gelin bir an için düşünmenin yasaklandığı, kitapların devlet otoritesi tarafından yazıldığı, farklı fikirlere yaşama şansı verilmediği distopik bir dünya hayal edelim. Korku, itaat ve kör inancın hüküm sürdüğü bu distopik dünyada eğer Galileo, teleskobuna baktığında dünyanın döndüğünü açıkça görmesine rağmen, korktuğu için “Dünya dönüyor” demeseydi; Sokrates, baldıran zehrini içerek ölmeyi göze alamadığı için insanları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik etmeseydi, Giordano Bruno yakılarak ölüme gitmemek için evrenin sonsuzluğunu dile getirmeseydi ya da Spinoza, kendi cemaatinden dışlanmayı göze alamadığı için aklın ve özgür düşüncenin üstünlüğünü savunmasaydı; Rosa Luxemburg “aman sende bana ne” diyerek düşünce özgürlüğünün sadece bizimle aynı düşünenlere değil, karşıt görüştekilere de tanınması gerektiğini söylemeseydi bugün nasıl bir dünyada yaşardık? Eğer bu cesur figürler korkularına boyun eğmiş olsalardı, biz bugün neyi sorgulayabilirdik? Hangi gerçeği bulabilir, hangi sınırları aşabilirdik?
Bazen insanlar, kendi konforlarından vazgeçip dışlanmayı, ötekileştirilmeyi, hapis yatmayı hatta bazen ölümü bile göze alarak insanlığın özgürleşmesi adına cesur adımlar atarlar. İşte tam da bu yüzden özgür düşünce, sadece bireysel bir hak değil, toplumsal bir sorumluluktur. Bu insanlar, tarihin derinliklerinde ortaya çıkan bu büyük düşünürler, hayatlarını tehlikeye atarak, doğruyu söyleme cesaretini gösterdiklerinde, sadece kendi zamanlarının sınırlarını aşmakla kalmadılar, aynı zamanda tüm insanlık için asla unutulmayan bir yol açtılar.
Hiçbir zaman unutmayalım ki insan, ancak düşündüğü sürece insandır. Ve bir düşüncenin söylenmesi yasaklandığında, yalnızca bir ses değil, bir gelecek ihtimali de susturulmuş olur.
