“Bir şeyin sahibi olmak, bize onu istediğimiz gibi kullanma hakkı verir mi?” işte bu yazıda tam olarak bu soruya cevap arayacağız. “Sahip olmak” ne anlama gelir? Bu kavramı, mülkiyet çerçevesinde inceleyerek anlamaya çalışacağız. Mülkiyetin bireyler ve toplum üzerindeki etkilerini düşünerek, sahip olmanın gerçekten neyi ifade ettiğini sorgulayacağız.
19. yüzyıl Fransız ekonomist ve düşünürlerinden Pierre-Joseph Proudhon, belki de en çok “Mülkiyet Nedir?” adlı eseriyle tanınır. Bu kitap öyle bir kitaptır ki son sayfasına gelene kadar size bir çok tokat atar, son sayfayı okuduğunuz da ise çok uzun bir süre kendinize gelemezsiniz.
Pierre-Joseph Proudhon’u bu kitabı yazmaya iten temel soru şuydu: “Toplumda neden bu kadar acı ve sefalet var?” Bu sorunun peşine düşen Proudhon, dönemin filozofları, hukukçuları ve ekonomistleriyle uzun tartışmalar yapar. Yüzlerce kitap okur, kuramları karşılaştırır, formüller oluşturur. Ve sonunda adalet, eşitlik, özgürlük gibi sıradan, ama bir o kadar da önemli olan bu kelimelerin manasını hiçbir zaman anlamamış olduğumuzu ya da yanlış anlamış olduğumuzu fark eder. Ve bu yanlış anlamanın insanlığın yaşadığı tüm felaketlerin temelinde olduğunu savunur.
Ve nihayet o ünlü cümlesini söyler; “MÜLKİYET HIRSIZLIKTIR”
Çünkü Proudhon’a göre, mülkiyet yalnızca bir hak değil, aynı zamanda başkalarının haklarını ihlal eden bir egemenlik aracıdır. O, mülkiyeti yalnızca bir şeyin “sahibi” olmakla açıklamaz; mülkiyeti, başkalarının o şey üzerinde hak iddia edememesinin bir ayrıcalığı olarak açıklar.
Fakat bir yanlış anlaşılmaya yol açmamak açısından yazının burasında belirtmek isterim ki Proudhon “Mülkiyet” derken, üretim araçlarını (toprak, fabrika, sermaye vb.) üzerindeki özel mülkiyetini kastetmektedir; İnsanların kişisel kullanımı için sahip olduğu şeyleri örneğin bir çift ayakkabı, bir ev, ya da günlük ihtiyaçlarını kastetmiyor. Proudhon’un “Mülkiyet Nedir?” sorusuna bu bağlamda baktığımızda ise bu soru yalnızca bir ekonomik eleştiri değil; aynı zamanda ahlaki ve siyasal düzlemlerde yankı bulan bir düşünce sisteminin temel taşına dönüşüyor.
Her ne kadar Proudhon’un önerdiği anarşist toplum düzeni pratiğe geçirilmesi güç bir ideal hatta bir hayal ürünü gibi görünse de onun mülkiyet ve eşitsizlik üzerine geliştirdiği eleştiriler, çağdaş düşünceye hâlâ ilham vermeye devam ediyor.
Pierre-Joseph Proudhon yaptığı büyük araştırmalar sonunda o ünlü cümlesi “Mülkiyet Hırsızlıktır” cümlesine ulaştığında kendisi de önce çok büyük bir şaşkınlık geçiriyor ve şunları dile getiriyor;
“Bu tuhaf sonuç karşısında kafam allak bullak oldu: Akıl yürütmemden şüphe ettim. Nasıl yani dedim, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, havsalanın almadığı şeyi sen mi keşfettin! Titre ve kendine gel biçare, hasta beyninin kuruntularını bilimin gerçekleriyle karıştırmaktan sakın! Bilmez misin ki, büyük filozoflar ameli ahlak alanında bir yanlışın evrensel hale gelemeyeceğini söylemiştir? Bu yüzden işte, hükümlerimi sınamaya karar verdim ve bu yeni çalışmamda kendime şu sorulara cevap verme şartı getirdim: Ahlak ilkelerinin tatbikinde bütün insanlığın bu kadar uzun zaman ve evrensel ölçüde yanılmış olması mümkün müdür? Nasıl ve niçin yanılmış olabilir? Hata evrensel olduğuna göre, düzeltilmez de değil midir?” (Mülkiyet Nedir?)
Böylelikle bu sorgulamalar sonunda bugüne kadar bize öğretilen ve uygulatılan bütün ahlak yasalarının yanlış veya eksik olduğu sonucuna varır.
Immanuel Kant “Saf Aklın Eleştirisi” kitabını yazdığı günden beri biz artık biliyoruz ki biz bir şeyi algılarken onu olduğu gibi değil, zihnimizde zaten var olan bazı kalıplara göre algılıyoruz. Yani, dünyadan gelen bilgiler zihnimizde hazırda bulunan bir “şekle” oturtulur. Örneğin, bir olayı mutlaka zaman ve mekân içinde anlarız, her şeyin bir nedeni olduğunu düşünürüz. Bu da demektir ki, düşüncelerimiz ve algılarımız bazı temel kurallara göre işler.
Aristoteles’ten beri bu temel kurallara “Kategoriler” adı veriliyor. Bizim düşünce biçimimizi belirleyen de bu kategoriler. Aristoteles 10 tane kategori olduğunu söylerken, Kant ise bu sayıyı 12’e çıkarmıştır. Bugün ise bilim insanları hala bu kuralların kaç tane ve nasıl olması gerektiğini tartışıyor.
Peki bu kategoriler nelerdir?
Kant’ın kategorileri; Nicelik (birlik, çokluk, bütünlük), Nitelik (gerçeklik, olumsuzluk, sınırlama), Bağıntı (töz/ilinek, nedensellik/bağımlılık, ortaklaşalık/etkileşim) ve Kiplik (imkân/imkânsızlık, varlık/yokluk, zorunluluk/olumsallık).
Immanuel Kant’a göre biz bir nesneyi sadece duyularımızla algılayarak değil, aynı zamanda zihnimizdeki doğuştan gelen “a priori” bazı hazır kalıplar sayesinde yani yukarda isimlerini yazdığımız on iki kategori aracılığıyla anlarız.
Dış dünyadan bize gelen veriler (görme, işitme, dokunma gibi) zihnimizdeki bu kategorilere oturtularak anlam kazanır. Yoksa sadece bir “ham veri” olarak kalır.
Hemen basit bir örnekle açıklamaya çalışalım; örneğin biz bir “Sandalye” gördüğümüzde. Kant’a göre biz gördüğümüz nesnenin bir sandalye olduğuna öncelikle Varlık Kategorisiyle Sandalyenin “var” olduğunu kabul ederiz. Nicelik ve Tikel kategorisiyle onun tek olduğuna karar veririz ya da bir değil beş sandalye ise yine nicelik ile ya da birlik, çokluk kategorisi ile beş adet olduğuna karar veririz. Töz ve yüklem kategorisiyle oturmak için olanak tanıyan “sırtlık”, “oturak”, “ayaklar” gibi yüklemleri olan bir nesne görür ve gördüğümüz şeyi bu özelliklere sahip nesneler arasına dahil ederiz. Bir başka kategori olan Nedensellik kategorisiyle onu tabureden veya masadan ayırırız. Ve tüm bunların sonucunda onun bir sandalye olduğuna karar veririz. İşte kant bu kategorilerin bizde doğuştan “a priori” olarak var olduğunu söylüyordu.
Pierre-Joseph Proudhon’a göre fiziksel nesnelerden, ahlaki davranışlara geçtiğimizde de benzer bir durum vardır. Yani fiziksel dünya bu tür kalıpları nasıl işliyorsa, ahlaki dünyada da benzer kalıplar vardır. Ama ahlaki dünyada kategoriler yerine alışkanlıklar, gelenekler ve toplumsal öğretiler devreye girer. Fakat ahlakın farkı şudur ki; fiziksel bilgiler yanlış olsa da hayatımız değişmez. Ama ahlaki bilgiler yanlışsa, hayata bakış açımız hatta daha genelinde yaşam tarzımız bile değişebilir.
Tıpkı ahlak bize belli kurallar çerçevesinde öğretildiği gibi mülkiyet kavramı da bizlere medeni bir hak olduğu; sahiplenmeden doğduğu, yasayla onaylandığı ve emekten kaynaklandığı gibi bir kurallar silsilesi içinde öğretilmiştir.
Fakat Proudhon işte tam bu nokta da “Ahlak konusundaki bilgilerimiz eksik ya da yanlışsa, ne kadar iyi niyetli olsak da kötülüğe neden olabiliriz” diyor. Bu yüzden “Mülkiyet” kavramını da yalnızca ekonomik ya da hukuki bir mesele olarak değil, ahlaki bir sorun olarak da mülkiyeti sorguluyor. Ve bu sorgulamaya “Bir şeyin toplumda meşru kabul edilmesi, onun gerçekten ahlaki ya da adil olduğu anlamına gelir mi?” sorusuyla başlıyor.
İnsanlar bazen “doğru”yu sadece alıştıkları için doğru sanırlar. İşte bu noktada Proudhon, ahlak anlayışımızın sorgulanması gerektiğini savunur. Eğer ahlak, sadece toplumun bize öğrettiği kurallardan ibaretse ve bu kurallar da yanlış bilgiye ya da çıkar ilişkilerine dayanıyorsa, o zaman insanlar ne kadar iyi niyetli olsalar da sonuç haksızlığa varabilir.
Proudhon, eserinin başından sonuna kadar bu çarpık ahlak anlayışının mülkiyet kavramını da etkilediğini savunur. Örneğin bir toprağın ya da fabrikanın bir kişiye ait olması, yasalarla ve geleneklerle meşrulaştırılmış olabilir ama bu, adil olduğu anlamına gelir mi? Çünkü bu durum Proudhon’a göre diğer insanların o kaynaklara erişimini engeller. Yani birinin mülkiyeti, başka birinin yoksulluğu anlamına gelebilir.
Proudhon, insanların geleneksel inançlara sıkı sıkıya bağlı olmalarını da eleştirir. Ona göre, insanlar çoğu zaman içinde yaşadıkları sistemin adaletsizliklerini görmezden gelirler. Bu durum sadece cehaletten değil, aynı zamanda kendi konumlarını sorgulamak istememelerinden kaynaklanır. Çünkü herkesin bu haytta bir konfor alanı vardır ve hiç kimse bu konfor alanın dışına çıkmak istemez. Bu nedenle eleştirel bir bakış geliştirmek yerine, değişim talep edenleri suçlu, yıkıcı, anarşist olarak nitelendirir.
Proudhon’un Mülkiyet Anlayışı
Proudhon’a göre, mülkiyet yalnızca bir ekonomik kategori değil, aynı zamanda toplumsal ilişkileri şekillendiren ahlaki bir düzendir. Onun yaklaşımında iki kavram dikkat çeker: “Kullanım Hakkı” ve “Özel Mülkiyet”
Proudhon, insanların kendi emekleriyle doğrudan ilişki içinde oldukları nesneler üzerinde kullanım hakkı sahibi olabileceğini kabul eder; fakat bu kullanım hakkının kalıcı ve devredilebilir özel mülkiyete dönüşmesine karşı çıkar. Bu ayrım, onun “mülkiyet hırsızlıktır” tezini açıkladığı bir zemindir.
Devlet ve Mülkiyet İlişkisi
Ve Proudhon kendisinden yıllar sonra Louis Althusser’ın “Devletin İdeolojik Aygıtları” olarak tanımlayacağı gibi devleti, mülkiyetin varlığını ve sürekliliğini sağlamakla yükümlü olan bir aygıt olarak tanımlar. Ona göre hukuk sistemi, polis, ordu ve vergi düzeni gibi yapılar, mülkiyetin kutsallığını ve dokunulmazlığını koruyan önemli aygıtlardır. Bu yüzden Proudhon için özgür bir toplum yalnızca devletin değil, özel mülkiyetin de ortadan kaldırıldığı bir toplum olmalıdır.
Proudhon’un önerdiği alternatif yapı ise otorite ve özel mülkiyetten arınmış, karşılıklı yardımlaşmaya dayanan özgür toplumsal yapılardır. Ona göre bireyler, eşit ilişkiler kurarak ortak üretim araçlarını paylaşabilir, ihtiyaçlarını dayanışma içinde karşılayabilirler.
Proudhon’un önerdiği bu modele ulaşmak her ne kadar bir hayal gibi görünse de bugün hâlâ onun fikirleri yankı bulmaya devam etmektedir. Belki de “Mülkiyet hırsızlıktır” cümlesine, yalnızca radikal bir slogan olarak bakmak yerine; aynı zamanda adaletin, ahlakın ve toplumsal barışın temelini yeniden düşünmeye çağıran güçlü bir öneri olarak kabul etmek gerekiyordur. Çünkü eğer Proudhon haklıysa ve mülkiyet bize doğal bir hak olarak öğretilmişse, en doğal sandığımız hakları bile yeniden sorgulamanın zamanı gelmiştir.
