Beklemek, çoğu zaman edilgen bir eylem olarak görülür. Çünkü bekleyen, durağan bir zamanın içinde artık kendi eyleminin öznesi değil, sonucuna dönüşür. Yapılan bekleyiş bekleyene yabancılaşır. Durağan bir hal alır.
Bekleyişin içindeyken zaman bekleyen için dursa da beklemenin “Zaman” kavramıyla anlam bulan bir anlamı vardır. Bekleyen kişi, hem duran hem de akan zamanın o tuhaf gizi içindedir artık. Zaman bekleyen için billurlaşır, insanı insan yapan düşünsel bir boşluğa, bilinmezliğe karşı duyulan bir zamana dönüşür.
Bekleyen sonunun ne olacağını bilmediği bu bekleyişi içinde beklese de yine de beklemeyi bırakmaz. Cesare Pavese ne diyordu? “Gene de bir iştir beklemek. Bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan.” Peki neyi beklediğini bilmeden beklemek de bir iş midir?”
İster neyi beklediğimizi bilelim isterse de bilmeyelim beklemenin ne olduğunu deneyimlemeyen bir kişi yoktur diye düşünüyorum. Herkes kendi yolculuğunda mutlaka bir şeyleri beklemiştir: bir mektubu, bir sevgiliyi, bir cevabı, bir sona ulaşmayı ya da bir başlangıcı…
Fakat bazı bekleyişler vardır ki o sessiz edilgenliğin içinde insanın varoluşsal en derin anlam katmanlarından birini oluşturur. Çünkü varoluşçulara göre beklemek durağan bir pasiflik değil, bilinçli bir varoluş biçimidir kimi zaman.
“İnsan, beklerken gerçekten “yaşar” mı? Yoksa beklemek, eylemsizliğin kılık değiştirmiş hali midir?” sorusu Varoluşçuluğun temel sorularından biridir.
Jean-Paul Sartre’a göre insan, kendini yaptığı seçimlerle var eder; ve beklemek bir seçimsizlik gibi görünür ilk bakışta. Fakat bir diğer Varoluşçu Kierkegaard’ın “İnanç Sıçrayışı” kavramında olduğu gibi, insanın içindeki gerçek umut, hiçbir şeyin garanti olmadığını kabul ederek, yine de beklemeye cesaret eder. Umut etmek, Pascal’ın deyimiyle “görünmeyene dair bir bahis”tir; bilinmeyeni, anlamlı kılmak için seçilmiş bir tavırdır. Beklemek bir seçimdir artık.
Beklemekten başka çaresi kalmayan insan sadece içindeki umudu taşımak için beklemeyi seçer. Ve bir anda zamanın pasif bir tüketicisi değil, aksine onu kendi varoluşsal alanına dönüştüren bir yaratıcısı oluverir. Bu bağlamda beklemek, yalnızca bir duraksama değil; bilinçli, sabırlı ve direngen bir varoluş biçimine dönüşür.
İşte bu düşüncenin mitolojik bir bedene bürünmüş halidir Penelope’nin hikayesi.
Yunan mitolojisinde Penelope’nin hikayesini bilir misiniz? Hani şu Homeros’un meşhur Odysseia destanındaki Penelope’den bahsediyorum.
Penelope’nin sadakati ve aşkına olan bağlılığı uğruna göze aldığı akıl oyunu Odysseia’nın en dokunaklı temalarından biridir.
Penelope’nin kocası Odysseus savaşa gidip uzun yıllar gelmeyince, güzeller güzeli Penelope’nin saraydaki erkeklerden biriyle evlenmesi istenir. Penelope güzelliğinin farkındadır ve eğer kocası savaştan dönmezse bu tekliften kaçamayacağının bilir. Kocasını halen çok sevmektedir yine de bunu kabul edeceğini, ancak önce kocası Odysseus’un babası Laertes için bir kefen dokuması gerektiğini söyler. Kefeni örmeyi bitirip örgüyü tamamladığında kendisiyle evlenmek isteyen saraydaki erkeklerden birisini seçeceğini açıklar. Yıllardır Penelope’nin dillere destan güzelliğiyle büyülenen saraydaki bekar erkeklerin tamamı Penelope’nin bu kararına çok sevinirler. Fakat bu Penelope’nin zaman kazanmak için düşündüğü bir oyundur. Çünkü kocası Odysseus’un bir gün döneceğinden emindir. Bu yüzden her gece ördüğü örgünün tamamını söker ve sabah olunca her şeye yeniden başlar. Böylece örgü asla tamamlanmaz.
“Penelope’nin örgüsü” sadece bir dokuma değil; bir zaman yaratma, bir umut inşa etme biçimidir. O, kocasının birgün döneceğine karşı duyduğu içindeki umuda, geceyle gündüz arasında döngüsel bir alan kurar. Kefeni örmeye her sabah yeniden başlar ve her gece örgüyü sökerken yeniden bir umudun kapısını aralar. İçindeki umuda bir anlam yaratır. Bu anlam, tamamlanmayacak olan bir kefende değil, umutla bekleyişin kendisinedir.
Penelope’nin her sabah yeniden başladığı örgüsü, sadece mitolojik bir bekleyişin değil; tarih boyunca sabır, sessizlik ve dayanıklılık rollerinin de bir metaforudur. Tıpkı Homeros’dan yüzyıllar sonra varoluşçuluğu yeniden şekillendirecek bir başka kadının, Simone de Beauvoir’ın yaptığı gibi.
Simone de Beauvoir hayatını okuduğunuzda onun da hayatı boyunca birçok şeyi beklediğine tanık olursunuz. Kadınların entelektüel alanda kabul görmesini, kendi özgürlüğünün tanınmasını, kadın kimliğinin bir öz değil, bir inşa olduğunu anlayacak bir dünyanın gelmesini…
Ama onun bekleyişi de tıpkı Penelope’ninki gibi edilgen değildi. Eylemle örülmüş bir bekleyişti bu: Kalemle, bilgiyle, cesaretle.
Genç bir kızken Fransa’nın en prestijli okullarından biri olan Ecole Normale Superieure’e başvurduğunda, kadın öğrenciler henüz sistemli bir biçimde bu okula kabul edilmiyordu. Yıllarca bekledi. Beklediği yalnızca bir kapının açılması değildi; kendi zihninin, kendi hakikatinin erkek egemen bir dünyada yer bulmasıydı. Felsefeye yöneldiğinde, bu alanın erkek egemenliğiyle örülü olduğunu çok iyi biliyordu. Ama yine de ileride iyi bir felsefeci olmayı, yazacaklarının okunmasını, düşüncelerinin ciddiye alınmasını umut etti. Kendisinin o meşhur ifadesiyle “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek bu örgüyü sabırla örmeye koyuldu.
Beauvoir’ın bekleyişi, sadece bireysel değil, kolektif bir bekleyişti. “İkinci Cins”’te yazdığı gibi, kadının özgürleşmesi yalnızca bir kadının başarısıyla mümkün olamazdı; toplumun da dönüşmesini gerektiriyordu. Ve bu dönüşüm, uzun sürecek bir mücadele gerektiriyordu. Bu mücadelede kalemini eline alarak zamanın ruhunu değiştirecek iplikler dokudu: tıpkı Penelope’nin örgüsü gibi, gündelik eylemlerle zamanın yapısını dönüştüren bir işçilikti bu.
Beklemek umut ile birleştiğinde, sadece durağan bir bekleyiş olmaktan çıkar; direnç ve dönüşümün motivasyonuna dönüşür.
Bu topraklarda da bekleyişin eylemsizliği içinde umut yeşerten kişiler az değildir.
“Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” diyen Hrant Dink’in bekleyişi umut değil de neydi?
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diyen Nazım Hikmet yıllarca vatan özlemi çekerek “Gülhane parkında bir çınar ağacı” olduğunu düşleyip umut yeşertmedi mi?
“Biraz daha sabır, biraz daha inat. Kapının arkasında bekleyen ölüm değil, hayat” diyen Nazım’ın bekleyişi sadece kişisel bir arzudan ibaret değil, kolektif bir geleceğe duyulan özlemdi.
Ya da sevgili Didem Madak’ın biraz daha bekleyemeden gittiği bu dünyada kısacık ömrüne sığdırdığı şiirlerinin birinde dediği gibi; “Bekleme üzerine felsefe kitabıydık/ Her şeyi bekliyoruz diyorduk/ Hayattan ne beklediğimizi soranlara”
Penelope’nin her gece söküp yeniden ördüğü kefen gibi, bekleyenler de zamanı kendi elleriyle ördüler. Çünkü umut edenler için beklemek, hiçbir zaman bir bekleyişten ibaret olmadı; içinde varoluşun özünü barındıran bir yaşam pratiğine dönüştü.
