Yabancılaşma

Modern insan teknolojik yaşamın kaotik yapısı içinde kendi içine dönerek, iç dünyasıyla birlikte dış dünyayı deneyimleyebilme yetisini unuttu. Dünyayı görme biçimimiz değişti. Artık insanlar öz’e değil, yalnızca göze çarpana, sadece gördüklerine odaklanıyor. Oysa gerçekten görmek, sadece gözle değil, bilinçle, kalple ve deneyimle mümkün değil midir?

Unutmayalım ki gördüğümüz, dokunduğumuz, hissettiğimiz her şey yalnızca dış dünyaya ait değildir; yaşadığımız her şey, iç dünyamızla birlikte var olan birer deneyimdir. Dış dünya bizim bilincimize dokunmadıkça, bizim için nasıl bir anlam taşıyabilir ki? Bizim için bir nesnenin varlığı, ona yüklediğimiz anlamla şekillenmez mi?

Ama ne yazık ki modern insan, kendi içine bakmayı, nesnelerin öz’üne, asıl olan kendisine dönmeyi, görünmeyeni görmeyi, hissettiği duyguların kökenine inmeyi unuttu. Her şey sadece işlevsel bir araca, hızlı tüketilecek bir nesneye veya görüntüye dönüştü. Çevremizdeki her şeye farkında olmadan yabancılaştık.

“Yabancılaşma” hissi köleleştirilen modern insanın en derin çıkmazlarından biri haline geldi. Modern yaşamın dayattığı üretkenlik ve başarı takıntısı, insanın kendisini bir araç gibi görmeye başlamasına neden olmuş; ruhsal bir derinliğe, içsel bir anlam arayışına yer bırakmayan bir psikoloji içine sokmuştur. Oysa insan, anlamı dış dünyada değil, kendinde ve kendiyle kurduğu ilişkide bulabilir. Ancak bu mümkün oldukça, yabancılaşmanın zinciri kırılabilir.

Peki nedir bu “Yabancılaşma” duygusu?

Günlük rutininizi yaşarken sanki yaşadıklarınız size ait değilmiş sanki hayatınıza dışarıdan bir gözle bakıyormuşsunuz hissine kapıldınız mı?

Yaptığınız işiniz, kurduğunuz ilişkileriniz, hatta kendi benliğinizi bile sanki “başkasına aitmiş” gibi hissettiniz mi?

İnsanın kendini evinde hissetmemesi duygusundan bahsediyorum.

İşte bu ruh hali, felsefede “Yabancılaşma” olarak adlandırılıyor.

Yabancılaşma, insanın kendine, çevresine, topluma ve doğaya karşı bir uzaklık ve kopukluk hissi yaşamasıdır. Görünürde her şey yerli yerindedir ama yine de insan, yaşadığı hayatta bir “anlam boşluğu” hisseder. Sanki yaşadığı hayat kendi kontrolünde değilmiş gibi, ya da sanki bir başkasının hayatını yaşıyormuş gibi…

Bu duygu insanoğlunun yüzyıllardan beri hissettiği bir duygu olmasına rağmen yaşadığımız yüzyılda daha önce benzeri görülmemiş bir yabancılaşma içine girdik. Bu yabancılaşma hissi, bireylerin giderek birbirlerinden daha fazla uzaklaşmasına ve soğuk bir yalnızlık içinde sıkışmasına neden oluyor. Sonrası ise ilgiye, sevmeye, sevilmeye ihtiyaç duyan kalabalıklar içindeki büyük yalnızlıklar.

Yabancılaşma kavramı, antik dönemlerden beri dolaylı biçimde ele alınsa da, esas felsefi derinliğine Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve en çok da Karl Marx ile kavuşur.

Hegel ve Marx her ikisi de “Yabancılaşma” kavramına farklı pencerelerden bakar. Yabancılaşma Hegel için insanın öz bilincine ulaşırken girdiği bir boşluk anıyken, Marx için ise kesinlikle insanı olumsuz yönde etkileyen bir kopuş anıdır.

Hegel, insanın kendi bilincinden kopmasıyla oluşan bir tür öznel yabancılaşmadan söz eder. Ona göre insan, evrensel aklın bir parçasıdır ve kendi öz bilincine ulaşmak için bu “yabancılaşma sürecinden” geçer hatta geçmek zorundadır. Ona göre insan, kendini, dünyayı ve hakikati anlamaya çalışırken, önce kendisinden ve dünyadan yabancılaşmak zorundadır.

Ama bu, sonsuz bir uzaklaşma değil, diyalektik bir süreçtir. Yani:

Önce “Bilinç”, dış dünyadan farklı olduğunu fark eder sonra kendi özüne dönmek ister ama bu öz ona artık yabancı gelir. İşte “Bilinç” tam da bu noktada “Yabancılaşma” duygusunu hisseder ve bu çelişki içinden geçerek kendini yeniden bulur ama artık daha derin, daha bilinçli bir düzeydedir.

Hegel yabancılaşmayı “ruhun, dünyanın kendisinin dışında olmadığını kavraması sürecinde meydana gelen aksaklığın sonucunda ortaya çıkar” şeklinde ifade etmiştir. Fakat Hegel için yabancılaşma bir aksaklık olsa da olumlu bir varoluş şeklidir. Hegel’e göre insan, kendi bilincine ancak yabancılaşma sürecinden geçerek ulaşabilir. Bu süreci yaşamadan hakiki özgürlüğe varılamaz. Çünkü insan önce kendine yabancı düşmeden, kendisinin ne olduğunu bilemez. Dolayısıyla Hegel’de yabancılaşma bir “sorun” değil, sadece bir duraktır; bilincin daha yüksek ve daha bilinçli bir düzeye evrilme biçimidir. Geçicidir. Ama zorunludur.

Marx ise yabancılaşma kavramını ekonomik ve toplumsal bir düzlemde inceler. Marx için “Yabancılaşma” Hegel’in gördüğü gibi insanın kendini tanıma ve gerçekleştirme sürecinin olumlu bir aşaması değil aksine insanı öz benliğinden kopartan bir süreçtir. Çünkü Marx, Hegel’den farklı olarak yabancılaşmayı toplumsal, tarihsel ve maddi bir sorun olarak ele alır.

Karl Marx’a göre yabancılaşma, kesinlikle kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucudur.

İnsan emeğiyle dünyayı dönüştürmesine rağmen bu üretim süreci içinde kendisine yabancılaşır.

Marx, bu açıdan bakıldığında dört tür yabancılaşmadan söz eder:

Üründen Yabancılaşma: Ürettiği şeye yabancılaşmadır. Çalışan birey kendi ürettiği nesneyle ilişki kuramaz hale gelir ve kendi üretimine yabancılaşır.

Eylemden Yabancılaşma: Çalışma hayatı insan için yaratıcı bir faaliyet olmaktan çıkar, zorunlu ve mekanik bir eyleme dönüşür. Çünkü modern insan yaşamak için çalışmak zorundadır.

Kendinden Yabancılaşma: İnsan, kendi doğasına, potansiyeline ve içsel varlığına yabancılaşmasıdır.

İnsandan Yabancılaşma: Diğer insanlarla olan ilişkiler, rekabet ve çıkar ilişkilerine döner. Dayanışma yerini yalnızlığa bırakır.

Kendine bile yabancılaşan modern insanın ruh halini belki de en iyi tanımlayanlardan biri de Erich Fromm’dur.  “Sevme Sanatı” kitabının bir bölümünde şöyle der;

“Çağdaş insan kendini metaya dönüştürmüştür, yaşama gücünü en fazla kar getirecek bir yatırım olarak görmekte, kişilik pazarında yerini almaktadır. Kendisinden, diğer insanlardan ve doğadan kopmuştur. Artık dileği, hünerlerini, bilgisini ve kendisini, yani “kişilik paketini” alışverişin kendisi gibi dürüst ve karlı olmasını isteyen biriyle değiştirmektir. Yaşamın ilerlemekten başka amacı, karlı bir alışverişten başka ilkesi, tüketmenin dışında başka doygunluğu yoktur.”

Günümüz dünyasında “Yabancılaşma”, sadece bir felsefi kavram olarak algılanmamalıdır. “Yabancılaşma” bazen üretim araçlarına, bazen inançlarına, bazen kendi duygularına, bazen de yaşamın kendisine yabancılaşan modern insanın girmek zorunda kaldığı bir ruhsal halidir. Oysa insan, doğası gereği anlam arayan bir varlıktır. Yabancılaşma bu anlam arayışının önüne geçtiğinde, kişi kendi hayatında misafir gibi yaşamaya başlar, kendi benliğinde kaybolur; kendini bulamadığı her yerde yalnızlığın, boşluğun ve anlamsızlığın soğuk sesini duyumsar. Kalbi, anlamla, aidiyetle ve sevgiyle dolmadıkça, hayat onun için bir mekanik tekrarın ötesine geçemez. Her gün yaşadığı anlar, içini doldurmayan birer yapay senfoniye dönüşür. Oysa insan, varoluşunun özüyle bağ kurmayı, hayatına anlam katmayı ve kendini gerçekleştirmeyi arzulamalıdır. Bu arzunun gölgesinde, yabancılaşma zincirlerini kırmak, içsel bir uyanışa doğru atılan ilk adımdır.

Tarih boyunca Fenomenoloji, Varoluşçuluk, Marksizm gibi akımlar, insanın bu yabancılaşma halini çözmeye çalışmış, kimisi bilince, kimisi topluma, kimisi ahlaka dönerek insan ile bilinci arasındaki bu uzaklığı kapatmak için çeşitli disiplinler geliştirmiştir.

Ama belki de modern hayatın kaosu içinde ilk adım, şunu fark etmektir:

“Evet, Yabancılaştık”

Ve bu fark ediş bile, yeniden insanlaşmaya atılmış bir adım olamaz mı?


Yorum bırakın