Aydınlanma Dönemi, Reform hareketleriyle tetiklenen, Rönesans’la birlikte harekete geçen bir toplumun modernleşme sürecinin ilk aşamasıdır. Alman ekolü aydınlanma düşüncesi için çok büyük bir önem taşıyor olsa da Rönesans’ın başladığı yer İtalya, Reformun ki Almanya ise Aydınlanma Felsefesinin başladığı yer Fransa’dır. Fransız Aydınlanmasıyla Diderot, Montesquieu, Voltair gibi düşünürlerin fikirleri sayesinde aklı referans alan, bilime ve insana güvenen bir dünya oluşmuştur
Bu dönem 17. yüzyıl sonlarında başlayıp 18. yüzyıl boyunca etkisini sürdüren, düşünce, bilim, siyaset, toplum ve din anlayışında köklü değişimlere yol açan entelektüel ve kültürel bir harekettir. “Akıl Çağı” veya “Us Çağı” olarak da bilinen Aydınlanma Dönemi, insan aklının otoriteye başkaldırdığı ve aklın temel referans haline geldiği bir dönemdir.
Bu dönemle birlikte artık ne türden olursa olsun, hiçbir dogmatik düşünce ciddiye alınmayacak; din, doğa anlayışı, toplum, devlet örgütü, her şey ama her şey insan aklının süzgecinden geçirilecek, amansız bir eleştiriye tabi tutulacaktı. İnsan aklının bu yoğun eleştirisi altında kalan geçmişin tüm dogmatik düşünceleri Kant’ın deyimiyle “Aklın mahkemesi” önünde ya varoluşunu doğrulamak, ya da varolmaktan vazgeçmek zorunda kaldı.
18. yüzyıla gelindiğinde özellikle 1750-1789 yılları arasında en etkili dönemini yaşayan Aydınlanma Dönemi ardından gelen 1789 Fransız İhtilali ile birlikte yükselişine devam etti. Fransız İhtilali Fransa’daki mutlak monarşinin yıkılması ve Cumhuriyetin kurulmasına neden oldu. İhtilal sonrası Roma Katolik Kilisesi ciddi reformlar yapmak zorunda kaldı.
Tabii ki 17. ve 18. yüzyıldan önce yani Aydınlanma dönemi başlamadan yüzyıllar önce de insanlık skolastik düşüncedense özgür düşünce biçimin önemeni gerek Antik Yunada gerekse de Ortaçağın dogmatik düşüncesi içinde dile getirmiştir. Örneğin Ortaçağ’ın büyük Müslüman felsefecisi ve tarihçisi İbni Haldun ünlü eseri “Mukaddime” de “insan alışık olduğu gelenek ve şeylerin ürünüdür. Doğal eğilimlerinin ya da yaradılışının ürünü değildir” derken özgür düşünceye vurgu yapmış hatta “insanların farklı koşullar altında yaşamalarının nedeni, yaşamlarını farklı biçimlerde kazanmalarıdır” diyerek kendisinden yüzyıllar sonra Tarihsel Materyalizmin kurucusu Marx’a göz kırpmıştır.
Gerek Antik Yunanda gerekse de Ortaçağda özgür düşünceye yer açmak isteyen düşünürler olmuş olsa da tarih “Aydınlanma Dönemini” 17. yüzyıl ile başlatır. Ve Aydınlanma Düşüncesi her ne kadar Fransa’da başlamış olsa da “Düşünce Tarihi” aydınlanma dönemini sadece Fransız Aydınlanması olarak görmez. Fransız Aydınlanması dışında, İngiliz Aydınlanması, Alman Aydınlanması, İskoç Aydınlanması da Aydınlanma döneminin önemli mihenk taşlarıdır; ve her Aydınlanma dünya tarihinde çok büyük izler bırakmıştır.
Bütün bu “Aydınlanma” hareketlerinin özgür yapısı, meşruluğunu geçmişin geleneksel ilkelerinden almayan, aksine kendi öz gerekçekliğini ortaya koyarak toplumu da dönüştüren “Modernite” adıyla anılacak yeni bir toplumsal anlayışı da beraberinde getirmiştir. Şu kesinlikle kabul edilmelidir ki “Modernite” ve “Modernlik” anlayışı geçmişin dogmalarını bir kalemde silerek ilerleyen ve geçmişten kökten bir kopuşu temsil eden Aydınlanma Döneminin ürünüdür.
Fakat bu yeni yaşam tarzına geçiş çok da kolay olmamıştır. Her yenilikte olduğu gibi bu yeni anlayışla birlikte eskiye dair özlemi hala içinde tutan düşünürler ile yeni düşünce ve yeni yaşam tarzını savunan düşünürler arasında tartışmalar yaşanmıştır. Aydınlanma Döneminde bu karşıt düşünceler arasında yaşanan tartışmalardan en bilineni ise “Querelle des Anciens et des Modernes” (Eskiler ve Yeniler tartışması) olarak bilinen tartışmadır.
Bu tartışmanın ana fikri; “Antik Yunan ve Roma’nın klasik eserleri, edebiyat ve sanatta ulaşılabilecek en yüksek noktayı mı temsil eder, yoksa modern çağın sanatçıları ve yazarları onları aşabilir mi?” sorusu üzerine kurulmuştur. Bu tartışma içinde düşünürler Anciens (Eskiler) ve Modernes (Yeniler) olarak iki farklı gruba ayrılmışlardır.
Eskiler, Antik Yunan ve Latin edebiyatının mutlak üstünlüğünü savundular. Onlar sanat ve edebiyatın ancak klasik kurallara bağlılıkla devam edeceğini düşünüyorlardı. Onlara göre Homeros, Vergilius, Sofokles gibi antik yazarların eserlerinin büyüklüğü hiçbir zaman aşılamayacaktı.
Yeniler ise “İnsanlığın gelişimi dünya kurulduğundan beri devam ediyor ve insanlık bilgi ve kültür açısından sürekli ilerliyor” dediler. Kendi dönemlerinin sanatçılarının bugün olmasa bile bir gün antik yazarları geçebileceğini savundular. Sanat ancak yaşamla birlikte gelişir dediler. Bu nedenle yenilikçi fikirleri ve ilerlemeyi benimsediler. Çünkü onlar bilimsel bilginin ilerlemiş olmakla kalmayıp bundan böyle sonsuza dek ilerlemeye devam edeceğini savunuyordu. Bu anlamda bilimde ki gelişmeler de bu dönemin düşünce anlayışının temel motivasyonu olmuştur.
Zaten hem Aydınlanma düşüncesini hem de Modernite anlayışını etkileyen belki de en önemli kişilerden biri ünlü bilim adamı ve fizikçi Isaac Newton olmuştur. Onun geliştirdiği fizik anlayışı, klasik fizikten modern fiziğe geçişin temelini oluşturur. Bu dönemde fizikte kullanılan yasalar yalnızca doğa bilimlerinde değil, aynı zamanda ahlak anlayışında, yaşam tarzlarında ve düşünce yapılarında da etkili olmuştur. Evrenin mekanik bir düzen içinde işlediği düşüncesi, insan davranışlarının ve toplumun da aynı biçimde yasalarla açıklanabileceği fikrini doğurmuştur.
Örneğin Aydınlanma Dönemi’nin önemli düşünürlerinden biri olan Claude-Adrien Helvetius “Fizikte hareket neyse ahlakta tutku da odur; hareket, her şeyi yaratır, yıkar, korur, canlandırır ve onsuz her şey ölüdür. Ahlak dünyasına hayat verense tutkudur” diyerek Newton’un takipçisi olduğunu söyleyecekti.
Kısacası Aydınlanma dönemiyle birlikte oluşan yeni toplumsal yapı her alanda geçmişin sıkıcı geleneksel yapısını ortadan kaldıracak ve Sanayi devrimiyle başlayan Kapitalist ekonominin getirdiği serbest ve bireyselci yaşam tarzı Fransız İhtilaliyle birlikte daha özgür bir yaşam tarzına dönecekti.
Daha sonraki yıllarda Immanul Kant bu yaşam tarzını destekler nitelikte tarihsel ilerlemeyi ortaya çıkaran mekanizmanın insanın “Toplumsal olmayan toplumsallığı” olduğunu söyleyecektir. “Toplumsal olmayan toplumsallık”, Kant’ın çelişkili gibi görünen ama derin bir gerçeği gösteren bir ifadesidir.
Toplumsallık insanoğlunu, doğası gereği birlikte yaşamak isteyen, topluluk kuran bir varlık olarak tanımlar. Yani insan toplumsal bir varlıktır. Toplumsal olmama hali ise Kapitalist yaşam tarzıyla birlikte insanın bireysel çıkarlarını, özgürlüğünü ve başkalarına karşı üstünlüğünü de ortaya çıkartan; kıskanan, rekabet eden, talep eden, bencil bir insan topluluğu modelini tanımlar. İşte bu çelişkili eğilim Kant’a göre ilerlemenin motorudur.
Yine Aydınlanma döneminde bu kez modern ekonomi biliminin kurucusu olarak kabul edilen İskoç düşünür Adam Smith ünlü eseri Ulusların Zenginliğinde Newton’un Eylemsizlik İlkesi olarak tanımladığı “Başka bir nesne tarafından etkide bulunulmadığı sürece belirli bir nesne belirli bir yönde ilerler” fizik yasasıyla benzerliklerini göstererek “Serbest Piyasa Ekonomisi” adıyla yeni bir ekonomik sistem geliştirecekti. Serbest Piyasa Ekonomisinin bütün devlet müdahalelerini geçersiz kılarak piyasanın kendi kendini düzenleyen bir mekanizma olduğunu söyleyecek ve toplumsal yapın kapitalist sisteme evrilmesini de hızlandıracaktı.
Adam Smith’e göre serbest piyasa ekonomisi tıpkı fizik yasaları gibi insanların doğal eğilimleriyle uyumlu bir sistemdi. Ona göre insanlar kendi çıkarları için çalışırken toplum da gelişecekti. Bu nedenle devlet müdahalesi en aza indirilmeli, ekonomik özgürlük esas alınmalıydı.
Adam Smith’in düşüncelerine destek de gecikmedi Fransız Fizyokratlar Okulu iktisatçılarından biri olan François Quesnay yine bir fizik yasasını örnek vererek; “Doğal düzendeki bütün fiziksel olayların düzenli süreci, açıkça görüldüğü gibi, insanlık için en yararlı olanıdır” diyecekti. Ve Quesnay bu düşüncesiyle birlikte kapitalist sistemin o ünlü “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ortaya çıkaran kişi olmuştur.
Adam Smith tıpkı François Quesnay gibi Serbest Piyasa Ekonomisinin herkes için yararlı olacağını düşünüyordu. Smith’in bundan kuşku duymamasının tek nedeni onun öne sürdüğü “Görünmez El” mekanizmasıdır. Smith’e göre kendi çıkarlarının peşinde koşan bireyler, kapitalist sistem içinde istemeyerek de olsa bir etki yaratarak herkesin refahını sağlayacaktı.
Adam Smith’in bu düşüncesine destek ise bu kez “Faydacılık Felsefesiyle” tanınan ünlü İngiliz filozof Jeremy Bentham’dan gelecekti. Bentham “Öyleyse bir eylemin toplumun mutluluğunu artırma eğilimi, azaltma eğiliminden çoksa bu eylem doğru bir eylemdir ve yarar ilkesine uygundur” diyecekti. Bentham’a göre bir eylemin doğru ya da yanlış olması, onun sonuçlarının ne kadar mutluluk ya da acı getirdiğine bağlıydı.
İşte bu noktada kapitalizm, Aydınlanma düşüncesinin hem sonucu hem de nedenidir. Aydınlanmanın bireyi merkeze alan, aklı referans gösteren ve özgürlüğün her alanda koşulsuz olarak sağlanmasını isteyen anlayışı, kapitalizmin doğuşuna düşünsel bir zemin hazırlamıştır. Smith’in Serbest Piyasa Ekonomisi insanlara bireysel çıkarların serbestçe hareket ettiği bir alan sunmuştur. Bentham gibi faydacı düşünürlerin yarar ilkesine dayalı ahlak anlayışı, kapitalizmin gücünü daha da perçinlemiştir. Bu yönüyle Aydınlanma Dönemi yalnızca düşünsel bir devrim değil, aynı zamanda ekonomik bir dönüşümün de tetikleyicisi olmuştur.
Ancak toplumun her alanında meydana gelen bütün bu gelişmeler sadece birer sonuç değil, aynı zamanda yeni sorunların da başlangıcı olacaktı. İlerleyen yıllarda, Fransız Devrimi’nin kapitalizmin gelişiminde ne denli büyük bir rol oynadığı daha açık biçimde anlaşılacaktı. Başlangıçta insanlara özgürlük, eşitlik ve kardeşlik getirmesi beklenen bu devrim, zamanla kapitalist üretim ilişkilerinin ve modern ulus-devlet yapılarının kurulmasına hizmet eden bir dönüşüm olarak değerlendirilecekti. Aydınlanmanın bireyci yaklaşımı ve özgürlük ideali aynı zamanda piyasa odaklı ve sınıfa dayalı yeni bir toplumsal yapının da önünü açtı. Bu yapının doğurduğu eşitsizlikler, sömürü ilişkileri ve sınıf çatışmaları ise sonraki yüzyılda yeni bir düşünsel kırılmaya yol açacaktı. Hegel’in diyalektiğini tersine çevirerek insanlığın tarihsel gelişimini ekonomik temel üzerinden yorumlayan Karl Marx, kapitalizme yöneltilen en kapsamlı ve en sistematik eleştiriyi getirecek “Tarihsel Materyalizm” adını verdiği yaklaşımıyla Aydınlanmanın eksik bıraktığı eşitlik idealine yeni bir umut penceresi aralayacaktı.
Kaynakça:
Toplum Kuramı – Alex Callinicos
