Başkalarının Gözleri

Başkalarının bilincine neden bu kadar önem veriyoruz? Başka insanların bizim hakkımızdaki düşünceleri, bize olan bakış açıları neden bizim için bu kadar önemli? Bu soru, 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden Varoluş Felsefesinin kurucu filozofu Jean-Paul Sartre’ın zihnini yıllar boyunca meşgul etmişti. Büyük düşünür bir gün, bir gazete haberinde, cebinde taksi ücretini ödeyecek kadar parası olmadığı için utancına yenilip şoförü öldüren bir adamın haberini okuduğunda, şu soruyla baş başa kalmıştı: “Utanç duygusu insanları nasıl bu kadar korkunç bir şekilde güdüleyebiliyordu?

Sartre’a göre utanç, başkalarının bakışı altında kendimizi nesneleşmiş olarak deneyimlememizden doğar. Kendimizi, başka bir bilincin sahnesinde bir “nesne” gibi hissederiz.

Sartre’ın utançla ilgili bu düşüncesi bana, doğrudan Hegel’in “Efendi-Köle” diyalektiğiyle aynı şey olmasa da, arka planda Hegelci bilincin başka bir bilinçle karşılaşarak kendini tanıması fikrini çağrıştırdı. Hatta Sartre, “Varlık ve Hiçlik” eserinde Hegel’in bu diyalektiğini eleştirerek işler ama Hegel’e borçlu olduğu felsefi zemini de asla inkar edemez.

Hegel’e göre bilinç, kendini ancak başka bir bilinçle karşılaştığında tanıyabilir. Kendi farkındalığını kurmak için, başka bir öznenin kendisine yönelmiş bakışına ihtiyaç duyar. Ancak bu karşılaşma eşit değildir: bir taraf diğerini kendi varlığını onaylatmak için bir “aracı” olarak kullanmak ister; diğeri ise kendi bağımsızlığını sürdürmek için mücadele eder.

Belki de başkalarının bakışları altında kendimizi bir nesne olarak konumlandırmamız bu yüzdendir. Sartre da bu Hegelci düşünceyle benzer biçimde, insanın başkasının bakışıyla karşılaştığında bir nesneye dönüştüğünü, özne olmaktan çıkarak başkasının bilincinde tanımlanmış bir şeye indirgenmiş hissettiğini söyler. İşte utanç tam da burada doğar: başkasının sahnesinde, kendi irademiz dışında teşhir edilmenin ve yargılanmanın ağırlığında.

Başkasının gözünde ne olduğumuzu düşünmek, bir anlamda bize kim olduğumuzu gösterir. Bu yüzden, kendi varoluşumuza verdiğimiz değeri başkalarının gözlerinde ararız.

Ama neden?

Tesadüfen geldiğimiz bu dünyada, sonlu ve ne zaman biteceğini bilmediğimiz bir hayatı yaşıyoruz. Yaşadığımız her an, biricik ve geri dönüşsüz. Kalan ömrümüzde ise henüz ne yaşayacağımızı bile bilmiyoruz. Belki yaşanacak yıllar, şimdiye dek hiç tatmadığımız bir mutluluğu getirecek bize; belki de sadece yarım kalmış aşkların ve asla kazanamayacağımız zaferlerin hayal kırıklıklarıyla geçecek. Bilmiyoruz. Deneyen, deneyimleyen, hisseden, seven, sevilen biziz, ama buna rağmen, neden hayatımız başkalarının düşünceleri altında bir nesneye dönüşüyor? Neden hayatımızın başrolünü sürekli başkalarına verme gereği duyuyoruz? Oysa hayatımıza, ister rastlantıyla ister bilinçli tercihlerle dahil olmuş her şeyin ucu, dönüp dolaşıp bizi biz yapan duygularımıza çıkmıyor mu?

Başkalarının bakışları, başkalarının ön yargılarına dönüşüyor. İşte bilincin acı çektiği an tam da burada başlıyor.

Sartre’ın deyimiyle; “Cehennem Başkalarıdır.”

Bu cümle Jean-Paul Sartre’ın toplumun birey üzerindeki şekillendirici ve baskıcı etkisini anlatmak için kurduğu ünlü cümlesidir. Bu ünlü cümle 1944 yılında yazdığı tek perdelik tiyatro oyunu olan “Huis Clos” (Türkçeye genellikle Gizli Oturum, Kapalı Oturum ya da Çıkış Yok olarak çevrilir) adlı oyununda geçer. Bu oyun, Sartre’ın varoluşçuluğunu hem felsefi hem de dramatik biçimde sahneye taşıdığı çok önemli bir metindir. Henüz okumadıysanız kesinlikle okuyun.

Oyun, öldükten sonra cehenneme geldiklerini öğrenen üç karakterin (Garcin, Ines ve Estelle) bir odada birlikte sonsuz bir süre boyunca yaşamak zorunda kalmalarıyla başlar. Ancak cehennem bildiğimiz klasik anlamda alevli, şeytanlı bir yer değildir aksine, bu odada ne işkence aleti vardır, ne zebani, ne de alev alev yanan bir ateş. Odada sadece üç koltuk ve üç insan vardır. Ama kısa süre içinde anlarız ki her biri, diğerlerinin bakışı altında acı çekmeye başlar. Cehennem işte o an kurulur.

Çünkü insana acı veren tüm işkence biçimleri arasında, katlanabileceğimiz en kötü şey başkaları tarafından yargılanmaktır. Başkalarının bakışlarının ağırlığı bizi kendimizle ve kendimiz hakkında kabul etmeyi reddettiğimiz her şeyle yüzleştirir. Bunun tek bir nedeni var; başkalarının bilinci altında kendimizi bir nesne gibi hissetmek. Bu yüzden başkalarının yargıları altında yaşamak kolay değildir; bu yargıya katlanmak da çok zordur.

Sartre’ın bu ünlü cümlesine geri dönersek yalnızca bir oyun repliğinden ibaret olmadığını görürüz. Bunu anlayabilmek için ise, Sartre’ın düşüncesinin temel kategorilerine geri dönmek gerekir.

Jean-Paul Sartre’ın Varoluş felsefesinde varlığın iki farklı durumu vardır.

 “Kendinde Varlık” (etre-en-soi) ve “Kendisi İçin Varlık” (etre-pour-soi)

1- Kendinde Varlık (Etre-en-soi): Bu, insan olmayan şeylerin varlığıdır: taş, masa, sandalye, ağaç ya da bir -kaya parçası…Olduğu gibidir. Ne ise odur. İçinde bir eksiklik, boşluk, çelişki barındırmaz. Kapanmış ve tamamlanmıştır. Kendini yenilemez. Nasıl varlığa geldiyse özü öyle kalmaya devam eder. Bir kendilik sorunu yoktur; ne olduğunu sorgulamaz. Kendini aşmaz. Masa masa olarak kalır; başka bir şey olmak gibi bir arzusu veya potansiyeli yoktur. Ve en önemlisi bilinçsizdir. Bilinç taşımadığı için, kendisine dışarıdan bakamaz.

2- Kendisi İçin Varlık (Etre-pour-soi): Bu, insan varlığıdır. İnsan, bir masa gibi “ne ise o” değildir. Tam tersine, ne olduğunu sürekli sorgulayan, eksiklik ve boşlukla var olan, kendisini aşmaya çalışan bir varlıktır. Kendine dışarıdan bakabilir. Yani “Ben neyim?” diye sorabilir. Çünkü bir bilinci vardır. Sürekli kendini kurar, yeniler, değiştirir. İnsan, seçimleriyle kendisini yaratır. Sartre’ın meşhur ifadesiyle: “İnsan önce vardır, sonra kendini tanımlar.” Yani Varoluş felsefesinin şu ünlü cümlesi “Varoluş özden önce gelir”  

Fakat Sartre’a göre bu iki varlık alanı bir noktada kesişir. Kesiştiği yer “Öteki” ile karşılaştığı andır. İşte Sartre’a göre asıl dram burada başlar. Çünkü insan ötekiyle karşılaştığı an nerede olursa olsun artık dışında kendine ait olmayan ve kendisini gözlemleyen bir bakış altındadır. Artık bir “dışı” vardır. Artık o bir başkasının gözünde belirlenmiş bir varlığa dönüşür. Yani başkasının gözünde nesne olur.

İşte tam da bu yüzden Sartre “Cehennem başkalarıdır” der.

Çünkü başkasının gözünde nesnelleştiğim an da başkalarının bakışı bana bir kimlik giydirir: “Korkak”, “Yetersiz”, “Çirkin”, “Bencil” ve ben bu sıfatları reddetmeye çalışsam da artık bu bakıştan kaçamam. Sartre’a göre bu öyle derin bir şeydir ki, yalnızca günlük ilişkilerde değil, sevgi, utanç, gurur, kıskançlık gibi en insani duyguların temelinde de başkalarının bakışı vardır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanındaki kahramanı Hayri İrdal’ın dediği gibi;

“Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.”

Belki de bu dünyada gerçekten sahip olduğumuz tek şey, kendi bilincimizdir; ama o bile Sartre’ın dediği gibi, başkalarının bakışı altında nesneleştiğinde, kendi özgürlüğünden uzaklaşır. Ve maalesef insan, hem kendisi hem de başkalarıyla birlikte yaşamaya devam ettiği sürece bu cehennemden kaçmak mümkün değildir. Yaşadığımız bu gerilim belki de varoluşumuzun ta kendisidir. Çünkü insan, yalnızca görüldüğü şey değil, aynı zamanda seçtiği şeydir.

Çünkü “Varoluş Özden Önce Gelir”


Yorum bırakın