Fark Et, Değişsin!

Gerçeklik, yalnızca bakıldığında şekillenir.

İnsan, yalnızca fark ettiğinde değişir.

Ve umut, yalnızca seçildiğinde var olur.

İnsan, var olduğu ilk andan itibaren kendini bir “var olan” olarak gerçekleştirme çabasındaydı. Dünyadaki bütün canlılar bulundukları ortama uyum sağlarken sadece insan bulunduğu ortamın kendisine uyum sağlaması gayreti içindeydi. Bu yüzden o, doğanın bir parçası olmakla yetinmeyip ona anlam katmaya, onu dönüştürmeye yönelmiştir. Bu yönelim Homo Erectus’un kendi ayakları üstüne kalkıp yürümeye başladığında ellerini bir alet ustalığıyla kullanabileceğini anladığında gerçekleşti.

Homo Erectus ellerini kullanmaya başladığında kendisini bir basamak daha öteye taşımış Homo Faber yani alet yapan insan olmuştur. Elleriyle yaptığı aletler dünyayı yeniden şekillendirmesini sağlamış kendisini de bir özneye dönüştürmüştür.

Homo Faber’e dönüşen insan, bu dönüşüm sonrası yalnızca ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmedi, üreterek kendi sınırlarını da geride bıraktı. Böylece geleceği düşleyen, onu kurgulayan ve sonunda elleriyle inşa eden Homo Sapiens’e dönüştü. Bu dönüşümün tek mimarı ise insandaki farkındalık ve merak duygusudur.

Aristoteles, Metafizik adlı eserinde “Bütün insanlar doğası gereği bilmek isterler.” der. Gerçekten de insanın ilerlemesinin en önemli motivasyonu onun bilmeye olan düşkünlüğüdür. İnsan doğası gereği düşünen, merak eden, soru soran, sorularına cevap arayan, çevresindeki olayları fark eden, sorgulayan ve bilmek isteyen bir canlıdır.

Bu bilme isteği insanın çevresinde gerçekleşen doğa olaylarına anlam vermeye çalışmasıyla başlamıştır. Kainatın nasıl işlediğini çözme arzusu, önce mitlerle, sonra dinle ve nihayetinde bilimle gerçekleşmiştir. Farkındalık onun en büyük motivasyonudur. İnsan farkında olduğu sürece bilmek ister ve en enteresanı ise bilgisi genişledikçe farkındalığı artar. Farkındalık insanı geliştiren ve dönüştüren en önemli güdüdür.

17. yüzyıla gelindiğinde gerçekleşen bilimsel devrimle birlikte insanlık, evreni Tanrı’nın düzeni olarak görme fikrinden, gerçekleşen tüm olayları kutsal metinlerle yorumlama, metafizik ve teolojiyle açıklama düşüncesinden uzaklaşmış nihayetinde Newton fiziği teolojiyi bilimsel bilgiden ayırmıştır.

Newton’un Klasik fiziği cisimlerin hareketini, yerçekimini, gezegenlerin gökyüzündeki devasa dansını açıklıyordu. Newton bizlere nedensellikle meydana gelmiş bir dünyayı anlatıyordu. Ancak Newton’un dünyası farkındalığı olan ve  bilmek isteyen insana yetmedi. 20. yüzyılda işler değişti. Albert Einstein ile başlayan devrim, bizi atom altı parçacıkların gizemli dünyasına götürdü. Kuantum Fiziği ortaya çıktığında, yalnızca fizik yasaları değil, gerçekliğin tanımı da altüst oldu. Çünkü artık evren deterministik (belirlenebilir) değil, olasılıksaldı.

İnsanoğlu Kuantum dünyasının içine girdiğinde dünyaya bakışı da değişti. Çünkü Kuantum dünyası varlığın en küçük parçasından oluşuyordu ve daha da enteresanı, bu küçük parçacıkların hareketi asla önceden bilinemiyordu. Newton’un determinist anlayışı bir anda yıkılmıştı. İnsanı hatta evreni oluşturan bu kuantum parçacıkları asla insana benzemiyor neye karara verdikleri yalnızca gözlemlendiklerinde gerçekleşiyordu.

Kuantum dünyasının ne kadar şaşırtıcı olduğunu anlamak için bilim adamlarının gerçekleştirdiği meşhur “Çift Yarık Deneyi”ne bakmak yeterlidir. Bu meşhur deney İlk olarak 1801 yılında Thomas Young tarafından yapılmıştır. Young, aslında bu deneyi sadece ışığın doğasını anlamak için yapmıştı ama deney sonunda gördükleri tüm fizik dünyasını değiştirecekti.

Çift Yarık Deneyi

Bu ünlü deney bir elektron tabancasından çıkan elektronlarla gerçekleştirildi. Elektronlar önlerinde iki yarık bulunan bir düzleme doğru gönderildi. Yarıkların tam arkasında bir ekran vardı. Elektronlar bu ekrana çarparak iz bırakacak ve elektronun ondan beklendiği gibi düz bir şekilde parçacık olarak hareket ettiği kanıtlanacaktı.

Deneyin ilk aşamasında, elektronların birer parçacık gibi davranması beklendi yani düz olarak gidecek yarıktan geçecek ve arkadaki ekrana çarparak ekranda düz bir çizgi oluşturacaktı. Ama sonuçlar şaşırtıcıydı: Ekranda iç içe geçmiş dalgalar şeklinde girişim deseni oluşmuştu. Yani elektronlar sanki bir dalga gibi davranmıştı. Suya bir taş attığımızda nasıl ki suda dalgalar oluyorsa gönderilen ışık parçacığı da yarıktan bir dalga gibi geçmiş ekranda düz çıkması beklenen desen girişim deseni oluşturmuştu. Bilim adamları ışığın bir parçacık gibi hareket etmesini beklerken ışık dalga şeklinde hareket etmişti.

Deneyin ilginçliği burada bitmez. Esas enteresan olaylar sonradan gerçekleşir.

Bilim adamları “Bu nasıl oldu?” diyerek bir başka deney yaparlar. Bu kez yarıkların hem önüne hem de arkasına kamera koyarak parça olarak gönderilen elektronun yarıktan nasıl dalga olarak çıktığını anlamak isterler. Kameralar açılır elektron tabancasından çıkan ışık parçacığı yol boyunca gözlemlenir.

Bir mucize olmuştur ekranda girişim deseni yoktur onun yerine düz bir çizgi çıkmıştır yani ışık parçacığı dalga şeklinde hareket etmekten vazgeçmiş bu kez parçacık gibi hareket etmiştir.

Deney kameralar kapatılarak tekrar gerçekleştirilir bu kez yine girişim deseni çıkar. Elektron, yalnızca biri onu gözlemlediğinde tek bir yolu seçer. Biri ona bakana kadar hem buradadır, hem orada. Hem vardır, hem yoktur. Gözlemci yani özne yani düşünen bilinç gerçekliği belirlemektedir.

Bu deney, evrenin, belirli neden-sonuç zincirleriyle işleyen bir oluşum olduğunu söyleyen Newtoncu fizik kuralarını altüst etmişti. Deney sonrası artık gerçeklik; sabit ve nesnel değildir. Gerçeklik, gözlemlendiği anda, gözlemcinin farkındalığıyla inşa edilmektedir.

Dünyamız bir olasılıklar dünyasıdır. Ve bizler farkındalığımız ve seçimlerimizle hem kendimizi hem çevremizi yeniden inşa ederiz. Bir düşünsenize gözlem ve farkındalık küçük bir ışık parçacığına bunu yapıyorsa gözlemleyen ve farkında olan insana neler yapmaz?

İşte mucizenin başlangıç noktası da tam olarak burasıdır.

Çünkü artık insan yalnızca et ve kemikten ibaret bir varlık değil; kendi gerçekliğini şekillendirme gücüne sahip bilinçli bir varlık olduğunu anlamıştır. Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçli bir varlık olmamızdır ve bilinçli bir varlık olarak gözlemlerimiz yalnızca dış dünyaya yönelmez; insan kendi içine de bakan bir canlıdır. Kendi düşüncelerini, duygularını, çelişkilerini, arzularını gözlemleyebilir. Ve gözlemlediği anda, olasılıklar dünyasının kapısını aralar.

Varoluş felsefesi, işte tam da bu noktada devreye girer. Sartre’ın dediği gibi, “İnsan, kendini ne yaparsa odur.” İnsan, var oluşunu tanımlayan bir özle doğmaz; kendi özünü seçimleriyle inşa eder. Bu evrende önceden yazılmış bir senaryo yoktur; insan her an seçim yapar ve her seçim, onun bir başka versiyonunu yaratır. İşte bu nedenle insan, yalnızca var olan değil, kendini var eden tek varlıktır.

Farkındalık, gözlemle başlar. Günlük rutinlerin, alışkanlıkların, korkuların içinde sıkışıp kalmak kader değildir. İnsan tıpkı gözlemlenen bir elektron gibi kendine dışarıdan bakabildiği anda, seçimlerinin farkına varır. Her seçim yeni bir dünya yaratır, her “Evet” içinde bir “Hayır”ı barındırır. Ancak farkına varan insan bir seçme gücü olduğunun da farkına varır.

İşte tam burada, umut doğar. Karanlığın sonsuza kadar sürmeyeceğini insan burada anlar.

Çünkü hiçbir şey kesin değildir. Kuantum dünyasında olduğu gibi, insanın varoluşu da sürekli bir belirsizlik, ama aynı zamanda sonsuz olasılıklar taşır. Bugün olduğumuz kişi, yarın olmak zorunda olduğumuz kişi değildir. Her an bir başka benliğe, bir başka olasılığa dönüşebiliriz. Çünkü hiçbir gerçeklik gözlemlenmeden sabitlenmez, hiçbir gelecek fark edilmeden şekillenmez.


Yorum bırakın