Doğduğumuz günden beri, sonlu olduğunu bildiğimiz ama o sona ne zaman ulaşacağımızı bilemediğimiz bir hayat yaşıyoruz. Bu varoluşumuzu ise yaşadığımız tek mekan olan ve adına “Dünya” dediğimiz yerde gerçekleştiriyoruz. Martin Heidegger bu yere “içine fırlatıldığımız” yer diyordu. Jean-Paul Sartre ise onu, kendi tercihimizle gelmediğimiz ama içindeyken “özgürlüğe mahkum” olduğumuz yer olarak tanımlıyordu. Albert Camus’nün dünya olarak tanımladığı yer “absürt” bir yerdi ve absürt olduğu için ona bir anlam vermenin boş bir çaba olduğunu söylüyordu. Franz Kafka’ya göre bürokratik, soyut ve içindeyken insanı kendisine yabancılaştıran bir yer; Simone de Beauvoir’a göre ise bir proje halinde yaşamak zorunda kaldığımız bir yerdi. Emil Cioran ise dünyayı bir facia olarak tanımlıyordu; yanlış anlaşılan bir hata, içinden asla kaçamadığımız bir varoluş parodisi…
Felsefenin en büyük sorularından biri olan “Neden varız?” ya da “Bu hayat ne anlama geliyor?” gibi soruların net bir cevabı hala bulunamamış olsa da Heidegger’in deyimiyle “fırlatıldığımız” bu hayatta, Sartre’ın özgürlükle lanetlenmiş bireyi, Camus’nün saçmalıkla yüzleşip yine de yaşamaya devam eden başkaldıranı, Kafka’nın labirentlerinde kaybolan insanı, Beauvoir’ın projesine yön vermeye çalışan kadını ya da Cioran’ın umutsuzluğuyla boğuşan bilinci olarak hepimiz dünya dediğimiz ve bize ait olan bu sahnede kendi varoluşumuzu anlamlandırma çabasının bir öznesiyiz.
Tüm bu farklı felsefi yaklaşımlar, aslında tek bir gerçeğe işaret ediyor: İster bir parodi, ister absürt bir yer olsun her birey bu dünyada kendi sonlu oyununu, kimi zaman mücadele edip kimi zaman teslim olarak kendi öznel bilinciyle tamamlıyor. Çünkü bizler varoluşumuzu sadece kendi öznel bilincimizle algılayabilen canlılarız.
İşte tam da bu yüzden, öznenin dünyayı kavrayış biçimi, algıları, yorumları ve deneyimleri sadece kendisine aittir. Kant’ın da belirttiği gibi, dış dünyadan gelen duyumlar, zihnimizin a priori kategorileriyle biçimlenerek bir deneyime dönüşür. Bu demektir ki bizler dünyayı yalnızca “gördüğümüz” değil, aynı zamanda “düşünce formlarımızla kurduğumuz” şekliyle biliriz. Ve bu formlar, bireyden bireye değiştiği için herkesin deneyimlediği dünya da farklı olmak zorundadır.
Antik yunandan beri bilinen Özne-Nesne ayrımına, 17.yüzyılda Descartes’ın “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) cümlesi çok kalın bir çizgi çekmişti. Descartes’in “Kartezyen Felsefesi” düşünen özneyi temellendirerek bu ayrım daha sistematik bir hale getirmiştir.
Schopenhauer, Descartes’in özne-nesne ayrımındaki bu sistematik gözlemini felsefi düşünce açısından çok yarlı bulur. Daha sonraları kendi felsefesini de bu ayrım üzerine oturtacak olan Schopenhauer “Dünya sadece benim tasavvurumdur” diyecektir.
Schopenhauer’a göre dış dünyadaki her şey zihnimizde yarattığımız bir resimdi. Bu resim, bizim algılarımız, düşüncelerimiz ve deneyimlerimizle şekilleniyordu. Biraz daha açarsak; Schopenhauer için dünya, öznenin süzgecinden geçerek duyuları ve deneyimleriyle algıladığı zihnimizin bir ürünüydü. Dolayısıyla, her birimizin zihninde yarattığı dünya resmi de birbirinden farklı olmak zorundaydı.
Fakat Schopenhauer “Dünya sadece benim tasavvurumdur” derken bu düşüncesi ile dünya üzerindeki nesneleri yok saymıyordu sadece her şeyin öznenin tasavvuru olduğunu söylüyordu. Ve eğer bu tasavvur eden varlık yani özne bir gün ortadan kaybolursa bir diğer anlamda dünyaya gözlerini kapatırsa tasavvur olarak dünya da artık var olmayacaktı. Schopenhauer’ın bu özne-nesne ayrımı düşüncede bile birbirinden ayrılmayan iki ayrı kutup gibidir. Her ikisi de diğeri vasıtasıyla ve diğeri için vardır ve anlamlıdır. İkisi de, eğer diğeri varsa vardır. Aynı şekilde diğeri yok olursa yok olur.
Bu özne merkezli dünya görüşü, yalnızca Schopenhauer’la sınırlı kalmamış, sonraki birçok düşünür tarafından da farklı bağlamlarda geliştirilmiştir. Örneğin Edmund Husserl, fenomenoloji yöntemiyle bilincin nesneleri nasıl deneyimlediğine odaklanmıştır. Husserl’e göre dünya, ancak bilinçte “görünüş” kazandığı ölçüde anlamlıdır. O, “şeylerin kendisine dönelim” diyerek, dünyayı anlamanın yolunun, öznenin bilinç akışındaki fenomenleri dikkatle incelemekten geçtiğini savunur. Bu bakış açısı, dünyanın nesnel bir gerçekliğinden çok, bilinçteki görünümleri aracılığıyla kavranabileceğini öne sürer.
Husserl’in öğrencisi Martin Heidegger ise bu düşünceyi varoluşsal bir düzleme taşır. “Varlık” sorusunu tekrar gündeme getirerek, insanı (Dasein) varlıkla karşı karşıya olan, ama aynı zamanda onu da dünyayı kuran bir varlık olarak tanımlar. Heidegger için dünya, içinde bulunduğumuz değil, olduğumuz bir şeydir. İnsan, dünyada bulunmuş olmakla birlikte, o dünyayı anlamlandıran ve ona yön veren varlıktır. Bu anlamda dünya, yalnızca fiziksel nesnelerin oluşturduğu bir yer değil, insanın kendisiyle birlikte “var olduğu” bir mekandır.
Maurice Merleau-Ponty ise bu özne-nesne ilişkisini bedensel deneyim üzerinden yeniden şekillendirir. Ona göre dünya, yalnızca zihinsel kategorilerle kavranmaz; bedenin dünyayla kurduğu ilişki en az zihin kadar belirleyicidir. Merleau-Ponty için beden, bir nesne değil, dünyayla ilişki kuran bir özne biçimidir. Gördüğümüz, dokunduğumuz, hissettiğimiz her şey, bedenin dünyayla kurduğu anlamlı ilişkilerle ortaya çıkar. Dünyanın tenine dokunmadan dünyayı anlamak mümkün değildir.
Dünyadaki konumuna varoluşsal bir bakış açısıyla bakan Jean-Paul Sartre ise öznenin dünyayla ilişkisini “özgürlük” ve “seçim” kavramları üzerinden kurar. Ona göre insan, “kendi özünü yaratmakla yükümlü olan” bir varlıktır. “Varoluş, özden önce gelir.” Yani insan, dünyaya atılmıştır ve bu dünyada ne olacağına kendi karar verir. Sartre için dünya, “özgürlüğe mahkum” olduğumuz bir sahnedir. Her birey, kendi anlamını kendisi yaratır bu nedenle aynı dünyada yaşayan iki insan, kendi özgür seçimleriyle bambaşka dünyalar kurabilir.
Simone de Beauvoir ise, özellikle “kadın” olmanın tarihsel ve kültürel koşullarını irdeleyerek, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözüyle, bireyin dünyayı algılayışının biyolojik değil, kültürel ve toplumsal bir inşa olduğunu vurgular. Beauvoir’e göre kişi, hem kendi deneyimlerinin hem de toplumun ona yüklediği anlamların bir toplamı olarak dünyaya bakar.
Bir başka varoluşçu olan Albert Camus, dünyayı anlamsız ve “absürt” olarak nitelendirir. Ancak bu absürtlük içinde bile insanın dünyaya anlam katma çabası değerlidir. Camus için absürt karşısında üç seçenek vardır: intihar, dini inanç ve başkaldırı. O, üçüncü yolu seçer: Saçmalığa rağmen yaşamaya devam etmeyi. İşte Sisifos’un kayayı her defasında tekrar yukarı itmesi, bu başkaldırının ta kendisidir.”
Tüm bu düşünürlerin ortak noktası, öznenin dünyayı anlamlandırma sürecinin tek ve evrensel bir gerçeklik olmadığıdır. Dünyayı anlama şeklimiz kişiliğimiz, yetiştirilme tarzımız, kültür yapımız, kişisel deneyimlerimiz ve tabii ki tarihsel koşulların etkisiyle farklılaşır.
Ve belki de bu farklar, tam da birbirimizi anlamamız ve tamamlamamız için birer fırsattır. Dünyaya bakan gözlerimiz, ona anlam veren dillerimiz, onu anlatan kelimelerimiz farklı olabilir. Ama bu farklılık, bir tehdit değil, insanlık denilen büyük hikayenin çeşitliliğidir. Bu yüzden dünya tek bir renk değil; binlerce sesin, dilin ve anlamın iç içe geçtiği sonsuz bir mozaiktir
