Gılgamış Destanı: Ölümlülüğün Gölgesinde İnsan

Şükrü Erbaş bir şiirinde şöyle der: “Bir gün yaşayan hiç kimsenin anısı olmayacağız. Yine de sonsuzluk bizmişiz gibi yaşayacağız dünyayı.”

Gerçekten de insanoğlu, kendi ölümlülüğünün farkında olan tek canlıdır. Belki de bu yüzden “Sonsuzluk Özlemi” sonsuzluğu asla deneyimleyemeyeceğini bilen insanoğlunun en büyük hayali olagelmiştir. İşte bu özlemin yankılandığı en kadim anlatılardan biri, bugünkü yazımızın da konusu olan “Gılgamış Destanı”’dır.

Binlerce yıl öncesinden bize ulaşan bu anlatı, uygarlık tarihinin başladığı yerde; iki kardeş nehir Fırat ve Dicle’nin bereketli kolları arasındaki Mezopotamya’da yazılmıştır. Yazının, hukukun, takvimin ve astronominin filizlendiği; Sümerler, Akkadlar, Babiller, Asurlular ve daha nice uygarlığın evi olan bu topraklar, on iki adet kil tabletletin üzerine yazılmış Gılgamış’ın öyküsünü binlerce yıl bağrında saklamıştır.

“Nehirler Arası” anlamına gelen “Mezo-Potamos” kelimesinden türetilmiş olan Mezopotamya Fırat (Euphrates) ve Dicle’nin (Tigris) arasında uzanan bugünkü Türkiye, Irak, İran ve Suriye topraklarının içinde olan bir bölgedir. Sadece toprağı değil, insanların hayal gücünü de beslemiş olan bu iki nehir yüzyıllar boyunca düşünürler, şairler, sanatçılar tarafından bereketin, öfkenin, sonsuz akışın ve insan varoluşunun simgesi olarak yorumlanmıştır. Bu nedenle bir çok mitolojide Fırat “erkek”, Dicle ise “dişi” olarak tasavvur edilmiştir.

Gılgamış: Ölümsüzlüğü Arayan Bir Kralın Öyküsü

Destanın merkezinde, Uruk kralı Gılgamış vardır. Bu güçlü kral M.Ö. 3000 yıllarının ilk yarısında Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür.

O dönemde Uruk şehri tanrılar tarafından kutsanan ve güzelliğiyle herkesi büyüleyen bir şehirdir. Tanrılar bu muhteşem şehri o kadar çok severler ki onu başıboş bırakmak istemezler. Bir gün toplanıp bu güzel ülkeyi yönetecek kusursuz bir hükümdar yaratmak isterler. Önce her yönüyle kusursuz, yakışıklı ve çok güçlü bir beden yaratırlar. Ona öyle bir kişilik verirler ki, onun kadar cesur insan dünyaya henüz gelmemiş, dünyada onu alt edecek, korkutacak birisi daha yaratılmamıştır. Ayrıca ona öyle bir akıl verirler ki ondan daha akıllı, daha bilgili insan daha önce yaratılmamıştır.

Sonra o daha güçlü olsun diye tanrıların önemli niteliklerini de bu yarattıkları kişinin üzerinde toplarlar. Ve nihayet babası Enlil, annesi Ninsun olan üçte ikisi tanrı, üçte biri insan olan kral Gılgamış’ı yaratılır.

Gılgamış çok güçlüdür. Herkes onun gücü önünde boyun eğmektedir. Bu gücünü daha fazla göstermek isteyen Gılgamış yaşadığı şehri güçlü ve yenilmez bir şehir yapmak için kentin çevresini yüksek surlarla çevirmek ister. Halkını bu yüksek surların inşasında kullanır. Yıllar süren ağır ve yıpratıcı çalışmalardan bıkan halk artık her gece dualarıyla Gılgamış’ı tanrılara şikayet ederler. Uruk halkının dualarını duyan Tanrılar, halkına kötü davranan Gılgamış ‘ı cezalandırmaya karar verir. Ve sonunda onun gücüne denk bir kişi yaratma konusunda anlaşırlar. Yaratma Tanrısı Anu elini bir göle daldırır ve bir avuç çamur alıp çöle fırlatır. Çölde saçları kıvırcık, bedeni kıllarla kaplı iri gövdeli, kocaman ayaklı dev gibi bir insan oluşur. Buna Enkidu derler. Enkidu da Gılgamış’a denk yaratılmıştır. Enkidu yabanıl doğanın çocuğudur. Uygarlıkla henüz tanışmamış bir varlık. Bir dev. Hayvanların arasında yaratıldığı için hayvanlarla konuşabilen güçlü bir canlı.

Çamurdan yaratılan Engidu, demir gibi sertti.

Bütün gövdesi kıllarla kapkara olmuştu.

Kadın gibi uzun saçları vardı.

Saçının lüleleri tıpkı buğday başağı gibi filizlenmişti.

O, insan ve kent yüzü görmemişti.

Enkidu’nun varlığından habersiz olan Gılgamış bir gece bir rüya görür. Rüyada çift yüzlü bir balta gökyüzünden Uruk şehrinin merkezine düşer. Halkı ise baltanın etrafında toplanır. Sabah olunca Gılgamış rüyasını annesi Ninsun’a anlatır. Annesi ona çok kısa bir zaman sonra kendine denk biriyle dost olacağını söyler.

Bir gün ormanda avlanıp avdan dönen bir avcı Gılgamış’a ormanda avlanırken güçlü bir dev gördüğünü adının ise Enkidu olduğunu söyler.  Gılgamış gece gündüz düşünür ve bir plan yapar. Çok güzel, alımlı bir kadını ormana Enkidu’nun yanına gönderir. Kadın, Enkidu’yu görünce onun karşısında soyunmaya başlar. Kadını çırılçıplak gören Enkidu o anda kadından o kadar çok etkilenir ki kadınla birlikte olur. Tekrar hayvanların arasına döndüğünde ise hayvanlar artık Enkidu’yu kabul etmezler. Bunun üzerine kadın Enkidu’yu şehir merkezine götürür.

Gılgamış kendine denk Enkidu’yu görünce onunla dövüşmek ister. Enkidu ve Gılgamış güç olarak eşit olsalar da mücadelenin galibi Gılgamış olur. Enkidu yenilgisini kabul eder fakat bu güçlü kralın yanından uzaklaşmak istemez. Gılgamış ile arkadaş olmayı teklif eder.

Gılgamış ile Enkidu’nun dostluğu, destanın kalbidir.

Gerçekten Enkidu ile çok iyi bir dost olan Gılgamış, bir gün kutsal Sedir Orman’ına gitmeyi ve burada yaşayan ormanın koruyucusu Humbaba’yı öldürmeyi planlar. Amacı Humbaba’yı öldürüp kutsal ormanın ağaçlarını kendi şehrine getirmektir. Enkidu, Sedir Ormanı’nın kutsal olduğunu ve ölümlüler tarafından ziyaret edilmemesi gerektiğini söylese de Gılgamış’ı durduramaz. Enkidu da bu yolculukta dostunu yalnız bırakmaz.

Gılgamış ve dostu Enkidu, Sedir Ormanı’na doğru yola çıkarlar. Dinlenmek için durduklarında Gılgamış uykuya dalar ve sürekli kabuslar görür. Bu kabuslarını uyandığında Enkidu’ya anlattıır. Enkidu gördüğü rüyaların iyiye işaret olduğunu söyler ve Gılgamış’ı durmadan cesaretlendirir.

Ormana vardıklarında Humbaba’nın öfkesi ile karşılaşırlar. Humbaba kutsal ormanına izinsiz giren bu iki kişiye çok öfkelidir. İki arkadaş büyük bir mücadeleye girerler ve güneş tanrısı Şamaş’ın yardımıyla Humbaba yenilir. Gılgamış, Humbaba’yı acılar içinde görünce ona acır ve onu öldürmek yerine canını bağışlamayı düşünür ancak Humbaba, Gılgamış ve Enkidu’yu lanetler yağdırır, bunun üzerine Gılgamış Humbaba’yı öldürür. Ardından ormandaki Sedir ağaçlarını keserler. Enkidu, kesilen bu ağaçlardan boyu gökyüzüne uzanan devasa boyutta bir kapı yapar. Bu kapı tanrılara açılan kapıdır.

Tüm bu olanları Gök Tanrısı Anu’nun kızı, aşk ve savaş tanrıçası İştar görür. Gılgamış’ın gücüne hayran kalan İştar yeryüzüne inerek kendisini Gılgamış’a tanıtır. İştar, Gılgamış’ın gücünden o kadar etkilenmiştir ki onunla birlikte olmak istediğini söyler. Gılgamış ise İştar’ın daha önceki sevgililerine çok kötü davrandığını bu yüzden kendisi için iyi bir eş olamayacağını ona söyleyip bu teklifini kabul etmez. Reddedilmeyi kabul edemeyen İştar babasının yanına gider Cennetin Boğasını dünyaya göndermesini ve intikamını almasını ister.

Cennetin Boğası dünyaya iner inmez dünyada büyük afetler başlar. Gılgamış ve Enkidu, bu kez tanrıların desteği olmadan boğayı yenmeyi başarırlar ve boğanın kalbini söküp, tanrı Şamaş’a sunarlar.

Tanrılar bunu görünce bu iki arkadaşın gücünün kendileri için bir tehlike oluşturmasından korkaklar ve Enkidu’ya ölümlü bir hastalık gönderirler. Bir süre sonra Enkidu hastalanarak ölür.

Gılgamış, Enkidu’nun ölümüyle büyük bir çöküş yaşar. Ölüm artık Gılgamış’ın en büyük korkusu olmuştur. Tüm halkından Enkidu için yas tutmalarını ister ve Enkidu’nun bir heykelinin dikilmesini emreder.

Enkidu ölmüştür. En iyi dostu yoktur artık. Gılgamış, Enkidunun öldüğünü bilmesine rağmen bunu bir bir türlü kabullenemez ve onun cesedin yanından ayrılamaz. Enkidu’nun gömülmesini yasaklar. Fakat altı gün sonra ceset çürümeye başlayınca Gılgamış mecburen cesedi terk eder ve gömülmesine izin veriri.

Gılgamış ilk defa yenilmiştir. Onu yenen ölümün kendisidir. İlk kez ölüm gerçeğiyle bu kadar net karşılaşan Gılgamış kendi ölümlülüğünü fark eder; işte bu farkındalık, destanı felsefi bir derinliğe taşır.

Enkidu’nun Ardından Gılgamış, Ölümsüzlüğün Peşine Düşer

Destanda geçmişte yaşanmış “Büyük Tufan” dan bahsedilir. Bu korkunç tufandan kurtulan tek insan ise sadece Utnapiştim diye bir ölümsüzdür. Ölümsüzdür çünkü büyük tufan’dan kurtulmayı başaran tek insan olduğu için Tanrılar Utnapiştim’e ölümsüzlük bahşetmişlerdir.

Ölümsüzlüğü arayan Gılgamış sonunda bir karar verir ve Utnapiştim’i bulmak için uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğun sonunda nihayet Utnapiştim’i bulan Gılgamış ona “Ben de ölümsüz olabilir miyim?” diye sorar ancak yanıt olumsuzdur.

“Aradığınız hayatı asla bulamayacaksınız. Tanrılar insanı yarattığında insanın payına ölüm düşmüştür. Ölümsüzlük ise yalnızca tanrılara aittir”

Fakat yine de Gılgamış’a gençliği yeniden geri getiren bir bitki olduğunu söyler. Bu dikenli bir bitkidir ve denizlerin altındadır. Denizin dibinde yetişen bu bitki sayesinde insanlar tekrar gençliğine kavuşmaktadır ve ölümsüz olmasalar bile oldukça uzun bir hayatı yaşayabilmektedirler.

Gılgamış bu bitkiyi bulmak için bir kayıkla denize açılır sonra da ayaklarına taş bağlayarak denizin dibine dalar. Bitkiyi bulur, kökünden söküp koparıp alır. Ardından tekrar kayığa döner ve ülkesine geri dönmek için yolculuğuna devam eder.

Kendi ülkesine dönünce bitkiyi ülkesinin en yaşlı kişisine verecektir. Eğer bitki o yaşlıyı gençleştirirse kendisi de bitkiyi kullanacaktır.

Fakat geri dönüş yolunda çok güzel bir göl gören ve günlerdir yıkanmayan Gılgamış yıkanmak için göle girer, bitkiyi ise elbiselerinin yanında bir yere koyar. Ancak bir yılan gelir ve bitkiyi yer, ardından yılan deri değiştirir ve gençleşir. Gılgamış ise bitkiyi yılana kaybetmenin ve uzun bir ömrü kaçırmanın üzüntüsü içinde ülkesine geri döner.

Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı, sonunda bir yılana kaptırdığı dikenli bitkiyle sona erer.

Belki de bin yıllar ötesinden gelen bu destan bizlere, insan için kurtuluşun tanrıların payı olan sonsuzlukta değil de yaşadığımız hayatı ne kadar anlamlandırdığımızla ilgili olduğunu söylemek istiyordur. Yılan, derisini değiştirerek gençleşir; doğa yenilenir, döngüsünü sürdürür. Ama insan her zaman bu döngünün dışında kalır: onun payına düşen, faniliğini bilerek yaşamaktır. Belki de destanın en derin dersi de budur.


Yorum bırakın