Sartre ünlü eseri “Bulantı” da “Varoluş bir zorunluluk değildir. Varolmak dediğin sadece şurada olmaktır; çünkü varlığın kendisi de zorunlu bir nedene yaslanmaz. Olumsaldır hatta fazlalıktır” der.
Peki, nedir bu “Olumsallık”?
“Olumsal” dediğimiz şey, zorunlu olmayandır.
Felsefede zorunluluğun karşıtı olarak kullanılır. Yani kısacası bir şey başka türlü de olabilirdi hatta var olmayabilirdi ya da farklı şekilde var olabilirdi ama “olan” her neyse olumsal olarak oldu.
Tesadüf gibi diyebilir miyiz? Tam olarak öyle değil; yani kör şans gibi değil ama tesadüfe yakın diyebiliriz. Belli koşulların sonucu ama zorunlu olmayan bir şekilde ortaya çıkan bir sonuç gibi.
Biraz karışık mı oldu? Hemen bir örnek verelim;
Bir tohumun toprağa düşmesi, o tohumun üzerine yağmur yağması, güneş görmesi onun filizlenmesini mümkün kılar. Evet kesinlikle doğru. Peki, ama kesin filizlenecek diyebilir miyiz? Bilmiyoruz. Çünkü başka faktörler de (hastalık, şiddetli soğuk, toprak yapısı) işin içine girer ve sonuç farklı olabilir. Yani koşullar uygun olsa da sonuç zorunlu değildir.
Bu yüzden “olumsallık” dediğimiz şey, iki yönlüdür:
Koşullara bağlıdır yani boşluktan çıkmaz, bir nedensellik zemini vardır.
Ama koşullar kesin garanti vermez çünkü sonuç başka türlü de olabilir.
Bir bakıma olumsallık, nedensellik ile tesadüf arasında duran gri bir alan gibi. Sartre’ın da dediği gibi: “Varlık, işte vardır; Varoluş bir zorunluluk değildir. Varolmak dediğin sadece şurada olmaktır; çünkü varlığın kendisi de zorunlu bir nedene yaslanmaz. Olumsaldır”
Bulantı’da Roquentin’in yaşadığı deneyim, hani o parkta otururken ağaç köküne baktığı o unutulmaz sahne belki de “Bulantı”nın en yoğun varlık deneyimlerinden biridir.
O an da Roquentin’in gözünde ağaç kökü, bir “nesne” olmaktan çıkar. Ağaç kökünü sınıflandıran, adlandıran tüm kavramlar silinir. Geriye sadece, hiçbir neden olmaksızın “orada” oluşu kalır. Sartre şöyle betimler: Ağaç kökü fazlalıktır, oradadır ama bunun arkasında hiçbir zorunluluk yoktur. O an Roquentin’in içini kaplayan his “Bulantı”dır. İşte o an ilk defa varlığın çıplak, nedensiz fazlalığıyla yüzleşmiştir. Gördüğü şey tek kelimeyle fazlalıktır.
Gerçekten de bütün kavramlar ve bütün kategoriler sadece sonradan taktığımız etiketler değil midir? Ama etiketleri sıyırınca geriye ne kalıyor? Orada olmanın, öylece bulunmanın açıklanamaz ağırlığı. Bir taşın, bir ağacın, bir insanın… “Neden var?” sorusunun yanıtı işte tam da burada devleşiyor.
Şimdi burada bir duralım ve sorunun yanıtını düşünelim. Yanıt gerçekte yoktur. O ağacın neden orada olduğunun, neden o ailenin değil de bu ailenin çocuğu olduğunuzun, neden erkek değil de kadın ya da kadın değil de erkek doğmadığınızın bir cevabı yoktur ama gerçek inkar edilemez bir şekilde ortadadır.
Sartre’ın bulantısı, varoluşla karşılaşmanın rahatsız edici berraklığı işte tam da bu noktada başlar.
Olumsallık, burada sadece felsefi bir kavram değil, yaşanan bir deneyimdir artık.
Hepimizin hayatında küçük anlar vardır: bir yabancının bakışı, bir melodinin havada asılı kalışı, bir odada tek başına otururken ansızın gelen “ben buradayım” duygusu.
İşte şimdi geldik Leibniz’in o ünlü sorusuna “Neden hiçbir şey yok da bir şey var?”
Çünkü Roquentin’in yaşadığı bulantı aslında tam da bu sorunun bedenleşmiş halidir. Hiçbir neden yokken neden bu ağaç kökü var, neden dünya var, neden ben varım?
Leibniz, “neden”i Tanrı’da bulur. Çünkü ona göre “hiçbir şey” yerine “bir şey”in var olabilmesi, yalnızca kendi varlığı zorunlu olan bir kaynağa dayanabilir. Kendi varlığı zorunlu olan ise “Tanrı”dır.
Sartre ise bu noktada Leibniz’den ayrılır. Sartre; “neden” diye bir şeyin olmadığını, varlığın “orada, öylece” olduğunu söyler. Varlık vardır; olumsaldır hatta ona göre fazlalıktır.
Roquentin, ağaç köküne baktığında gördüğü şey sadece varlık değildir; bir fazlalıktır. Gereksiz, kendi başına durandır. Hiçbir amaç, hiçbir neden onu oraya koymamıştır; sadece vardır hepsi bu. İşte bu fazlalık, varoluşun çıplaklığıdır.
Peki “Olumsallık” yalnızca ağaç kökünde, taşta ya da evrende midir? İnsan yaşamının tam içinde de olumsallık yok mudur? Başımıza gelenler, seçimlerimiz, karşılaştığımız insanlar… Her şey, zorunlu olmadığı halde hayatımıza düşer. Aslında hiçbiri zorunlu değildir. Başka bir şehirde, başka bir zamanda, başka bir tesadüfün sonucu olarak tamamen farklı bir hayat sürebilirdik. Bizi biz yapan şeyler, aslında kolayca başka türlü olabilirdi.
Bir otobüsü iki dakika kaçırmasak belki de hiç tanımayacağımız biriyle yollarımız kesişmeyecekti. Bir parkta tesadüfen yanına oturduğumuz kişi, yıllar sonra hayatımızdaki en yakın dostumuz oldu. Bir kitabı raftan rastgele çektik ve o kitap düşüncelerimizin yönünü değiştirdi. Bizi birine bağlayan, bizi bir işten koparan, bizi bambaşka bir şehre sürükleyen şeyler çoğu kez hesaplanmamış, zorunlu olmayan anların sonucudur.
İşte olumsallık tam da budur: Hayatlarımız, ince tesadüflerin, küçük kaymaların, bir bakışın ya da bir gecikmenin üzerine kuruludur. Başka türlü olabilirdi, ama böyle oldu. Ve biz o olmuşlukların içinde “Biz” olduk. Elbette başka biri de olabilirdik. Ama olmadı…
Bu farkındalık çok ürkütücü öyle değil mi? Çünkü hiçbir şey garanti değil. Hayatın zaten kendisi de kaygan değil midir? Ama öte yandan bütün bu olumsallıklar bizim özgürlüğümüzdür. Eğer zorunlu bir yazgımız yoksa, kendimizi sürekli yeniden kurma ihtimalimiz vardır.
İşte karşınızda “Varoluşçuluk Felsefesi”
Sartre’ın dediği gibi “özümüz” hazır verilmiş değildir; seçimlerimizle oluşur. Çünkü “Varoluş özden önce gelir”
Ve özgürlüğümüz olumsallığın gölgesinde büyür.
Peki biz bu özgürlükle ne yapacağız? İşte felsefenin bitmeyen sorusu burada başlıyor. Cevabı ise sadece “Siz” vereceksiniz.
