Bugüne kadar “Kapitalizm” ile “Aşk” yan yana anıldığında her zaman birbirinden uzak, hatta zıt iki kutup gibi görüldü; çünkü biri kişisel, içsel ve duygusal diğeri ekonomik, sistemsel ve maddiydi. Fakat yirmi birinci yüzyıla gelindiğinde bu iki kavramın yolları artık sandığımızdan çok daha fazla noktada kesişmeye başladı. İşte bu tamamen kapitalizmin başarısıdır.
Kapitalizm yirmi birinci yüzyılda özellikle milenyumdan sonra kendini eskiden olduğu gibi sadece üretim ve alışverişten ibaret bir ekonomik sistem olarak lanse etmedi; adeta bilincimizi kuşatan bir ağ gibi kapsayıcı, bağlayıcı ve bağımlılık yaratan bir sistem haline geldi. Artık bu sistem reklamlardan televizyona, sinemadan basına, modadan medyaya kadar her alanda bizi büyülemeyi başarıyor. Sürekli geleceğe odaklı bir efsun gibi bizi sadece tüketmeye odaklayan, bizlere başka yaşam biçimlerinin de mümkün olduğunu unutturan ve illaki sahip olmamız gerektiğine inandıran böylece yeni tüketim ürünlerine karşı sürekli büyüyen bağımlılığımız ve fetiş seviyesine gelmiş arzumuz yüzünden sistemin kapanına düşmüş olduğumuz gerçeğini görmezden gelmemizi sağlayan bir sistem oldu.
Aslına bakarsanız aşk gibi durağan olmayan, dinamik bir duygu olan, insanı dönüştüren, değiştiren, hatta yeniden kuran bir hissiyatın, yalnızca ekonomik bir sistem olarak işlemeyen aynı zamanda bir ruh hali, bir düşünme biçimi, bir yaşam tarzı yaratan, kapitalizmden etkilenmemesi de mümkün değildi.
Çünkü kapitalizm eskiyi asla sevmedi. Pazara her zaman yeniyi sürerek ve hiçbir zaman düşene, modası geçene ya da reddedilene geri dönmeyerek bizleri sonsuza kadar yeni ürünler tüketmeye mahkum edilmiş varlıklara dönüştürürken gözümüzün önüne öyle bir aşk realitesi çıkardı ki bizler yüzyıllar önce yaşanılan o masum aşkları çoktan unuttuk.
Ve bence artık sorulması gerekli olan tek bir soru vardır; “Kapitalizmin böylesine baskın olduğu bir çağda aşk hala nasıl ayakta durabiliyor?”
Çünkü aşk, emek ister, sabır ister, zaman talep eder. Kapitalizmin “Hızlı yaşa, çabuk tüket” mantığının tersine, aşk yavaşlamayı, beklemeyi, derinleşmeyi zorunlu kılar.
Aşkın bu yavaşlığı, duygusal bakışı, hatta romantizmi kapitalizmin kar amacı güden gerçekliğiyle uyuşmuyordu. Bunu fark eden kapitalizmin kurnaz işbirlikçileri aşkı öldürmek yerine onu satılabilir bir meta haline getirmenin kendileri için daha karlı olacağını düşündü ve bunun çözümünü ise rasyonaliteyi ve mantıklı yaşamı yüceltip, duyguları ve romantizmi ikinci plana atarak gerçekleştirdi. Böylece yirmi birinci yüzyıl insanı aşkın o büyüleyici romantizmini artık irrasyonel hatta romantik bir hayal ya da zayıflık gibi görmeye başladı. En kişisel duygumuzu, aşkımızı böylece kaybettik.
Peki, Aşkı Tekrar Gökyüzünden Yeryüzüne Nasıl İndireceğiz?
Ben aşkı tekrar yeryüzüne indirmek için üç ütopik beyaz atlı prensi çağırmayı öneriyorum; Marx, Hegel ve Lacan
Marx’ın “Şeyleşme” (Reification) kavramı bence konuyu anlayabilmemiz açısından önemlidir. Marx parayı yalnızca bir nesne olarak değil, toplumsal ilişkileri belirleyen bir yapı hatta bir “Şeyleşme” aracı olarak görüyordu. Paranın ilişkilerimizi biçimlendirmesi gibi, aşk da yirmi birinci yüzyılda kapitalistler tarafından Marx’ın şu ünlü Şeyleşme Teorisindeki “Şey” haline getirildi: tüketilecek, satılacak, pazarlanacak bir meta.
Hediyeleşmeler, sürprizler, Sevgililer Günü kutlamaları bunun en çarpıcı örneği değil midir? Kapitalizm, aşkın saf halini paketleyip pazara işte böyle sundu. Aşk, birden bire bir ihtiyaç giderme aracına dönüştü. Bu dönüşümün arkasında kapitalizmin sürekli “Yeni” olanı dayatma mantığı vardır. Çünkü kapitalizm asla kalıcı olanı sevmez, hep tüketileni ve değişeni ister.
Bu sürecin temelinde ise kapitalizmin sahip olma fikri yatar. “Mülkiyet” bu sistemin en temel değeridir. Kapitalizm “Sahip Olmak” ister. Çünkü sahip olmak güçtür. Sahip olmak kazanmaktır. Sahip olmak otoritedir, statüdür. Bu nedenle günümüzde aşk karşılıklı sevmeden çıkıp, karşılıklı sahip olma ilişkisine indirgenmiştir. Sevilen kişi bir “özel mülkiyet” alanı haline getirilmiştir.
Aşk ve Kapitalizm konusuna bir diğer beyaz atlı prensimiz Hegel’in ünlü “Efendi–Köle Diyalektiği” ile baktığımızda ise kapitalizmin o bitmek bilmeyen mülkiyet çabasını daha net olarak görürüz.
Hegel’in “Efendi–Köle Diyalektiği” bilincin kendi başına kendini tanıyamayacağını söyler. Ona göre bilinç kendini ancak başka bir bilinç aracılığıyla tanır. İki bilinç karşılaştığı an bir çatışma ortaya çıkar ve bu çatışma sonucunda ise yeni bir üst bilinç oluşur. İşte bu “Tez, Anti Tez, Sentez” olarak bilinen diyalektiktir.
Aşkı bu pencereyle düşündüğümüzde, sevilen kişide kendini bulmak ve kendindeki eksikleri tamamlamak için sevilmek ister. Aşkın doğası içindeki bu sevilme süreci aslında bir tamamlama sürecidir. Çünkü aşk, yalnızca hissetmek değil, aynı zamanda tanımak ve tanınmak, karşımızdakinde kendimizi yeniden yaratmaktır. Bu nedenle aşk, kapitalizmin hız ve sahip olma mantığının aksine, diyalektik bir süreçtir: tez, antitez ve sentezden geçen, bizi dönüştüren bir yolculuktur.
Ve Huzurlarınızda üçüncü beyaz atlı prensimiz Jacques Lacan;
Ünlü psikanalist Jacques Lacan’ın aşk hakkında çok ünlü bir sözü vardır. Lacan diyor ki;
“Aşk, sizde olmayan bir şeyi, onu sizden talep etmeyen birine vermektir.” Lacan’ın bu aşk tanımı, zaten kendisi karışık bir duygu olan aşk kavramını daha da karışık hale getiriyor olsa da Lacan’ın bu cümlesi üzerine düşündüğümüzde aşkın öncelikle bir “verme” eylemi olduğunu anlarız. Fakat bizde olmayan bir şeyi nasıl bir başkasına verebiliriz? Öyle değil mi? Hadi Lacan’ın bu cümlesi üzerine biraz düşünelim.
Verdiğimiz şey zaten bizde değilse demek ki bizde olmayan bir şeyi biz karşı tarafa veriyoruz. Öyleyse cevap sanırım sahip olamadığımız şeyler olmalı. Çünkü eğer sahip olduklarımız bizde olanlarsa Lacan’ın bahsettiği şey sahip olamadıklarımız olmalı öyle değil mi? Yani eksik olduğumuz her şey… Peki geldik mi şimdi en önemli yere? Biz sahip olmadığımız bir şeyi nasıl bir başkasına verebiliriz? Hatta daha da önemlisi neden bizde olmayanı ya da eksik olan bir şeyi yani eksikliğimizi bir başkasına vermek isteriz? Hem de karşı tarafın bizden böyle bir talebi olmadan. İşte bu soruların cevaplarını düşündüğümüzde aslında Lacan’ın, bizlerin kendi eksikliklerimizi tamamlayan kişilere aşık olduğumuzu söylemek istediğini anlıyoruz. Lacan’a göre aşık olduğumuzda karşı tarafa verdiğimiz şey eksikliklerimizdir. Eksikliklerimizi verme nedenimiz ise sadece tamamlanmak. İşte Hegel’in anlatmak istediği de tam olarak budur.
Ancak günümüz tüketim kültüründe aşk tamamlanmak yerine çoğu zaman bir “Ürün” olarak yaşanıyor. Kapitalizm içindeki her şey aşkı sanki bir alışveriş nesnesiymiş gibi sunuyor. Bu, aşkın varlığına gölge düşürse de aşk hala ayakta durmaya çalışıyor.
Kapitalizmin yüzeysel hızına karşı, aşk bizlere derinliği hatırlattıkça, metalaşmaya karşı, aşk hala bizlere özgün bir tanınma ve tamamlanma süreci sunduğu sürece kapitalizmin tüm baskılarına rağmen aşk dimdik ayakta durmaya devam edecektir.
Bu yüzden ya aşkı kapitalizmin bizlere direttiği gibi bir sahip olma aracı, bir tüketim nesnesi gibi göreceğiz ya da Marx, Hegel ve Lacan’ın düşüncelerini anlayıp aşkı bir tanınma, bir tamamlanma ve bir dönüşüm süreci olarak yaşayacağız. Peki bunu nasıl yapacağız?
Cevabı büyük usta Nazım Hikmet veriyor;
“Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir”
