Düşündürüldüğümüz Özgürlük

Özgür bir iradeye sahip olduğumuzu düşünmüyorum sadece özgür bir iradeye sahip olduğumuzu “düşündürüldüğümüz” bir sistemin içinde yaşıyoruz. Evet, “Düşündürüldüğümüz” dedim. Özgür olduğumuzu “düşündürüldüğümüz” bir sistemin hatta çok güzel kurgulanmış bir illüzyonun içindeyiz.

İçinde yaşadığımız bu sistemin yaratıcıları bizim özgür olduğumuzu düşünmemizi istiyor. Bilincimizi, düşünce yapımızı, hayat tarzımızı hatta hissettiğimiz duyguları bile kendi özgür irademizle seçtiğimizi düşünmemizi istiyorlar. Çünkü kendi seçmediğimiz koşullar altında bir hayat yaşadığımızı fark etmemizi istemiyorlar. Bunun için de ellerinden geleni yapıyorlar: Medya ve reklamlarla düşüncelerimizi ve arzularımızı şekillendiriyor, eğitim sistemi ve gündelik kültürel normlarla neyi “olması gereken” olarak görmemiz gerektiğini belirliyor, ekonomik koşullar ve piyasalar aracılığıyla hangi seçimlerin mümkün olduğunu gösteriyorlar. Sosyal ağlar, popüler kültür ve hatta arkadaş çevremiz bile bizi, “özgür seçimler yaptığımız” yanılgısına inandıran araçlar haline getiriyorlar. Kısacası, hayatımızın büyük bir kısmı görünmez bir el tarafından çerçevelenmiş, biz ise ısrarla özgür olduğumuzu sanarak, aslında kendi seçmediğimiz koşulların içinde, başkasının çizdiği bir hayatı yaşamaya devam ediyoruz.

Daha önceki Varoluş Felsefesini anlattığımız yazılarımızdan biliyoruz ki Varoluş felsefesinin ana düşüncesi “Varoluş özden önce gelir” düşüncesiydi. Varoluşçuluk yani Sartre, Kierkegaard, Heidegger, Camus gibi düşünürler insanın dünyaya “hazır bir özle” gelmediğini önce var olup, sonra yaptığı seçimlerle, yaşadığı deneyimlerle kendini inşa ettiğini söylüyordu. Yani “öz”, onlar için bireyin kendi elleriyle, yaşam yolunda kurduğu bir şeydi. Bu yüzden özgürlük, bireyin kendi yaşamını anlamlandırma sorumluluğuydu.

Peki, gerçekten böyle mi?

Evet bir bakıma doğru. Fakat deneyimlerimizi belirleyen koşulları biz kendimiz mi oluşturduk? Yoksa zaten varolan koşulların içine mi doğduk?

Bu konuya geçmeden, gelin önce şu özgür irade meselesini bir aydınlatalım.

Bence bu hayatta insanların kendi özgür iradesiyle karar verebildikleri tek şey “Bu hayatı yaşamalı mıyız yoksa bu hayattan çekip gitmeli miyiz?” sorusudur.

Albert Camus buna “İntihar sorunu” diyordu. Ünlü filozof “Sisifos Söyleni” adlı eserinde şöyle der: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.”

Evet, Camus’nün dediği gibi bunun dışındaki seçimlerimiz hatta varoluş biçimimiz, bilincimiz, düşünce yapımız, hayata bakış açımız kendi özgür irademizle seçtiklerimiz değil, yaşadığımız çevreye yani dış koşullara bağlı olarak seçebildiklerimizdir.

Karl Marx, “Alman İdeolojisi” adlı eserinde “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır “der. Bu cümleyi anlamak için sanırım Öncelikle “Toplumsal varlıklarıdır” dediği şeyi açıklamak gerekiyor.

Marx’ın “Toplumsal varlıkları” dediği şey insanların içinde yaşadıkları üretim ilişkileri, sınıfsal konumları ve gündelik hayatlarını belirleyen maddi koşullarıdır. Yani bir insanın hayatını nasıl idame ettirdiği, hangi üretim biçiminde ya da hangi ekonomik sistemde yaşadığı; kısacası bireyin toplumsal yaşam içindeki konumudur.

Yani varoluşçuluk bireyin deneyimlerini kendi özü haline getirdiğini söylerken, Marx ise deneyimlerin kendisinin zaten toplumsal koşullar tarafından belirlendiğini vurgular.

Peki bu ne demektir?

Deneyim dediğimiz şey bile bir boşlukta yaşanmaz demektir. Deneyimin gerçekleşmesi için bir deneyimleyen bir de deneyimlenen olması gerekir.

Peki sizce mutlu bir insan ile mutsuz bir insan aynı deneyimi yaşasalar bile o deneyimden hissettikleri aynı mıdır? Dünyada bir çok şehir gezmiş, bir çok insan tanımış, vizyonu geniş bir insan ile doğduğu köyden başka bir yere gitmemiş, tüm hayatı boyunca birkaç kişiyle iletişim kurmuş bir insan aynı sanat eserine baksa o sanat eserinde gördüğü ya da hissettikleri aynı mıdır? Yani demek istiyorum ki insan “özünü” deneyimlerinden kursa bile, o deneyimlerin kendisi toplumsal üretim ilişkileri tarafından şekillendirilir. O insanın yaşadığı sosyal çevre, aldığı eğitim, maddi standart, yaptığı işi, aylık kazancı bütün bunlar onun bilinç yapısını şekillendire unsurlardır.

Bu da bizi şu noktaya götürür; Kendi özünü kendisi kurduğunu sanan birey, aslında hazır bulduğu toplumsal koşulların içinde kendi yolunu örmektedir ve o yolda bulduğu, gördüğü, deneyimlediği hangi argümanlar varsa kendi imkanları ölçüsünde ancak özünü kurabilir.

Varoluşçuluk bireysel özgürlüğü abartırken, Marx bize bu özgürlüğün sınırlarını, yani hangi seçeneklerin gerçekten mümkün olduğunu hatırlatır.

Çünkü Marx’a göre insanların düşünceleri ve seçimleri, yalnızca kendi iradelerinden değil, içinde yaşadıkları toplumsal ve ekonomik yapıdan kaynaklanır.

İşte tam bu noktada “Sınıf Bilinci” çok kritik bir rol oynar: Birey, hangi sınıfta doğduğunu, hangi üretim ilişkileri içinde yaşadığını fark ettiğinde, kendi konumunun ve dolayısıyla seçeneklerinin sınırlarını görebilir. Çünkü “Üretim İlişkileri” onun hangi mal ve hizmetlere erişilebilir olduğunu, hangi kültürel deneyimleri deneyimleyebileceğini hatta günlük yaşamının rutinlerinin bile belirleyicisidir. Yani bireyin özgür iradesi, sosyal ve ekonomik koşulların çizdiği sınırlar içinde var olur; seçim sandığımız her adım, çoğu zaman zaten önceden belirlenmiş bir yolun parçasıdır.

Yani Varoluşçuluk; “Özünü sen kurarsın” der, Marx ise “Evet, kurarsın ama hangi malzemeyle kuracağını koşullar belirler” diye diretir.

Bu yüzdendir ki hayatın belki de tamamını belirleyen sosyo-ekonomik koşullar bireyin hayatındaki en büyük adaletsizliğin kaynağıdır.

Tarih boyunca “özgür irade” fikri sıkça bireysel özgürlükle eşleştirilmiş, özellikle liberal düşüncede insanın kendi yaşamını kendi iradesiyle belirleyebileceği bir ideal olarak sunulmuştur. Ancak bu ideal, çoğu zaman ekonomik ve toplumsal ilişkilerin üzerini örten bir perde işlevi görmüştür. İnsanların seçim yaptığını sandığı alanların çoğu, aslında piyasaların, sınıfsal konumların ve maddi koşulların belirlediği sınırlar içinde şekillenir. Liberal söylem, bireyi özgür ve sorumlu gösterirken, gerçekte özgürlüğün çerçevesi, doğduğu toplumun ve sistemin sunduğu seçeneklerle sınırlandırılmıştır. Yani özgürlük, kutsanmış bir kavram olarak sunulur ama çoğu zaman, zincirleri görünmez kılar. Bu görünmez zincirler ise içine doğduğumuz sistemin bize sunduğu koşullardır.

Peki öyleyse, eğer her şey koşullarla şekilleniyorsa, özgür iradeden geriye ne kalıyor?

Unutmayalım ki özgür olduğumuza inandırıldığımız sürece, en derin tutsaklığımızı özgürlük sanmaya devam edeceğiz.


Yorum bırakın