Fizikteki Felsefe: Entropi ve Umut

Bilimin temel yasaları çoğu zaman laboratuvarların soğuk matematiği içinde hapsolmuş gibi görünse de, aslında varoluşumuzun en derin sırlarını fısıldayan kadim metaforlardır. Matematiğin mutlaklığına boğulmuş, bilimin kesinliği içinde kaybolmuş bu yasalara felsefi bir bakış açısıyla baktığımızda insanı merkez alan bir çok duygu durumuna rastlarız. Örneğin Termodinamik, basit tanımıyla ısı, enerji ve iş arasındaki ilişkileri inceleyen fiziğin bir dalıdır ama onun üç temel yasasına baktığımızda insanı merkez alan pek çok anlam katmanına rastlarız. Termodinamiğin yasaları fiziğin kesin yasaları olması yanı sıra hayatın, zamanın ve tutkularımızın ritmini de anlatan kadim yasalardır.

Bu yazımızda temel bir fizik yasası olan “Termodinamik” yasalarına felsefi bir pencereden bakacak, onlarda bilimin ötesinde insana dair bir şeyler bulmaya çalışacağız.

Termodinamiğin Üç Temel Yasası

Birinci yasa; Enerji yoktan var olmaz.

İkinci yasa; Süreç devam ederken entropi artar ve süreçler geri çevrilemez.

Üçüncü yasa; Her şey sıfır noktasına inse bile entropi minimuma yaklaşır, ama tam sıfıra ulaşılamaz.

Termodinamiğin bu temel üç yasası içerisinde, özellikle ikinci yasa ve onun getirdiği entropi kavramı, evrenin ve insan ruhunun dağılmaya olan melankolik eğilimini, yani geçmişin mutlak, yakalanamaz bir biçimde yok oluşunu gözler önüne serer.

I. Yasa: Enerjinin Ebedi Korunumu

Termodinamiğin birinci yasası, enerji korunumu ilkesidir. Bu yasa henüz daha ilk cümlesinde bize kozmik bir teselli sunar: Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan da yok olmaz. Bu, yalnızca bir fizik kuralı değil, aynı zamanda varoluşsal bir gerçekliği de işaret eder. Evren, var olduğu günden beri kendi içinde bir dönüşüm oyunu oynar; zaman değişir, formlar değişir, akış yenilenir ama toplam varlık hep sabit kalır.

Bu bağlamda, filozof Heidegger’in “hiçlik hiçler” sözüyle anlatmak istediği de budur. Heidegger burada “hiçlik” kavramını basit bir yokluk olarak değil, varlığın ufkunu açan bir deneyim olarak ele alır. Yani hiçlik, var olanları bir kenara çekerek onların görünmesini, fark edilmesini sağlar. Hiçlik olmasaydı var olanları fark edemezdik.

Termodinamiğin bu birinci yasası, evrenin sessiz bir metaforudur. Hayatımızda da tıpkı böyledir: mutluluğun ne olduğunu bilmek için mutsuzluğun ne olduğunu bilmek zorundayız, bir dostun bizim için değerini ancak onun yokluğunda anlayabiliriz. Bu yasa aynı zamanda her bitişin yeni bir başlangıç, her kayıp yeni bir kazanç olduğunu da bize hatırlatır. Çünkü hayat boşlukları sevmez her zaman bir yenisiyle doldurur. Yüzyıllar önce Herakleitos’un “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” sözü sürekli bir yenilenme ve dönüşüm içinde olduğumuzu anlatan belki de termodinamiğin ilk yasasının anlatıldığı ilk kelimelerdi.

II. Yasa: Zamanın Acımasız Oku ve Pişmanlığın Doğuşu

Termodinamiğin İkinci Yasası, süreç devam ederken entropinin, yani düzensizliğin, zamanla arttığını ve süreçlerin geri çevrilemez olduğunu belirtir. Bu noktada sadece geçmişten geleceğe doğru uzanan “zamanın oku” belirir.

İnsan hayatında bu yasa, en acımasız ve en kişisel yüzüyle ortaya çıkar. Çünkü zaman hep ileriye doğru akar. Geçmiş geri alınamaz, düzen dağılır, entropi arttıkça, evren giderek daha homojen ve ölü bir duruma doğru ilerler. Hayatta da böyledir: bir ilişkinin bozulması, bir dostluğun bitişi, bir işin çöküşü… Geriye dönüş yoktur; yalnızca izleri ve etkileri kalır.

Varoluşçular bu yasayı çok iyi anlar: Sartre’ın bireyin dünyadaki yalnızlığı, Camus’un Sisifos’unda taşın tepeye sürekli yuvarlanması, entropiyi insan deneyimine taşır. Evrenin entropisi kadar hayatın da bir dağılma ve düzensizlik ritmi vardır. Bizler çabaladıkça, her çaba bir iz bırakır ama ne yaparsak yapalım süreç geri çevrilemez. Cam kırıldığında toplanamaması gibi, kayıplar da asla geri gelmez.

Bu yüzden ikinci yasa bize hayattaki pişmanlıklarımızı hatırlatır. Pişmanlık, bu geri döndürülemezliğin zihinsel kabulüdür. Geçmişte yapılan bir eylemin bugünümüzde oluşturduğu düzensizliği fark etmek aynı zamanda bu düzensizliği tersine çevirme imkanının mutlak yokluğunu da hissetmektir. Entropinin hükmü altındaki geçmiş, bir daha geri dönülemez bir biçimde yok olmuştur.

III. Yasa: Umudun ve Arayışın Sonsuz Sınırı

Eğer entropi pişmanlığın kaynağıysa, üçüncü yasa da pişmanlıktan doğan sonsuz arayışımızın metaforunu sunar. Üçüncü Yasaya göre, ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım, mutlak sıfıra—yani tam hareketsizliğe, tam durağanlığa—asla tam olarak varamayız. Çünkü mutlak sıfır diye bir şey yoktur.   Yani henüz hiçbir şey bitmemiştir; her adım, her deneme yeni bir olasılık ve umut kapısını aralar.

Modern insanın hayatında tutku, çoğu zaman unutulmuş gibi görünür. Hayatın içindeki rutinlerimiz, iş, aile, sosyal beklentiler; her şey bir yük, tamamlanması gereken bir angarya olarak algılanır. Alışmış, yok olmuş ve yabancılaşmış çağdaş insan, özünden ve bağlarından yoksun, batmamak için tutunabileceği bir çapadan eksik bir dünyada hareket ediyor gibi görünür. İşte tam bu noktada insana gerekli olan tek şey tutkudur. Çünkü tutku, insanın kendisinde güçlü bir ilgi ve motivasyon uyandıran, dinamik ve güçlü bir duygudur.

Hegel’in dediği gibi: “Dünyada tutku olmadan hiçbir büyük şey yapılmamıştır.” Sokrates’in yaşamaya değer bir hayat olarak tanımladığı şey, tutkuyla gerçekleştirilen bir yaşam değil midir? Tutku olmadan hayat, bilinçsiz bir eyleme indirilmiş, anlamı eksik bir varoluş olur.

Termodinamik yasalar, sadece evrenin işleyişini değil, insan deneyiminin ritmini de belirler. Enerji dönüşür, entropi zamanın geri döndürülemez akışını hatırlatır ve ulaşılamayan mutlak sıfır, sürekli arayışın ve umudun metaforudur.

Bizler, her kayıpta bir dönüşümü, her çabada bir izi ve her denemede bir umudu taşırız. Hayat, kaybolmayan bir enerji içinde asla yakalanamayacak olan mükemmel geçmişin ağırlığı arasında ilerleyen bir yolculuktur. Termodinamiğin yasaları bize, her ne olursa olsun hareketin, dönüşümün ve tutkunun bitmeyeceğini fısıldar. Tutku, bu yolculuğun pusulasıdır; bizi sürekli ileriye, yeniden denemeye doğru iten duygumuzdur.

Bilimin matematik kokan yasaları aslında insanın duygularına çok da uzak değiler. Önemli olan, hangi pencereden baktığımız. Kim bilir, belki “Yerçekimi Yasası” bile yalnızca cisimleri değil, ruhlarımızı da birbirine bağlayan görünmez bir duygu metaforudur. Ne dersiniz?


Yorum bırakın