Faydacılık (Utilitarizm), iyi ve kötünün ne olduğuna dair yüzyıllardır süren felsefi arayışın önemli bir durağını temsil eder. Fakat biz yazımıza öncelikle insan oğlunun anlam arayışından başlayacağız. Çünkü insanın anlam arayışı, onun eylemlerini, tercihlerini ve değer yargılarını şekillendiren temel pusuladır. İnsan, hangi eylemin “iyi” hangi eylemin “kötü” olduğunu anlamaya çalışırken önce bilmek ve anlamak zorundadır.
Aristoteles, “Metafizik” adlı eserine “Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler” cümlesiyle başlar. Çünkü bilmek, hayatı anlamak demektir.
Bilmek için ise bir “bilen özne” bir de “bilinen nesne” olması gerekir. Bu ikisinin birleşiminden ise “Bilgi” dediğimiz kavram ortaya çıkar.
Platon bilgiyi “Gerekçelendirilmiş doğru inanç” olarak tanımlıyordu. Platon’un bu tanımı bugüne kadar birçok eleştiriye uğrasa da hala bilginin en klasik tanımı olarak kabul edilir.
Platon için bir bilginin doğru kabul edilebilmesi için üç koşulun gerçekleşmesi gerekiyordu; Doğruluk, İnanç ve Gerekçelendirme
Doğruluk Koşulu: Bir kişinin herhangi bir şeyi bilmesi bildiği şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Ancak bildiği şey gerçekten doğruysa bilgi olarak kabul edilir.
İnanç Koşulu: Bir kişi bildiği şeye inanmak zorundadır inanmıyorsa bilginin doğruluğundan söz edilemez.
Gerekçelendirme Koşulu: Bir kişi bildiği bir şeyi ispat etmek yani gerekçelendirmek zorundadır. Gerekçelendirmek ise daha çok “Bunu kabul etmemiz için elimizde yeterli nedenler var mı?” sorusunun cevabıdır. Yani bilginin olanaklı olup olmadığını göstermek.
İnsanoğlu varolduğu günden beri bir anlam arayışı içindedir. Çünkü çevresinde olup bitenlerden korkmamak için onları anlaması ve bilmesi gerekiyordu. Yağmurdan, yıldırımdan, gecenin karanlığından korkmaması için tüm bu olanlara bir anlam vermek zorundaydı. Önce mitolojiyi gerekçelendirdi; gök gürültüsünü ve şimşekleri Zeus’un öfkesiyle, güneşi her gün arabasıyla gökyüzünde dolaşan Helios’un elleriyle, denizdeki büyük dalgaları ve fırtınaları üç dişli asasıyla suları karıştıran Poseidon’un hiddetiyle, ölümü yeraltı dünyasının kapılarını açan Hades’in çağrısıyla açıkladı, Böylece anlamadığı her şeye bir olanaklılık sağladı. Olanaklılık bilmek ve inanmak demekti.
Bilim deneysel olanaklılığa inanır, felsefe ve mantık ise mantıksal olanaklılığa bakar. Yani bilim için bir şey deneysel olarak kanıtlanıyorsa olanaklıdır. Felsefe ise şu üç soruya cevap arar;
Gerçekliğin hakiki doğası nedir?
Gerçeklik nasıl bilinebilir?
Gerçekliği bulduğumuzda bu hayatı nasıl yaşamalıyız?
Felsefe bu kadim üç soru için kendi içinde üç disiplin geliştirmiştir;
Metafizik
Epistemoloji yani Bilgi Felsefesi
Etik yani Ahlak Felsefesi
Aslına bakarsanız bir zamanlar yani yüzyıllar önce Antik Yunan’da Metafizik demek Felsefe demekti. Metafizik fiziğin ötesinde olan anlamına geliyor; fiziğin ötesinde olanı araştıran bir disiplin olarak biliniyordu Sonra aradan yüzyıllar geçti “Empiristler” yani Deneyciler geldiler; bilgimizin kaynağını deneyime bağlayanlar sonra Varoluşçular geldi ve sonra da Materyalistler geldiler. Duygularımızla algıladığımız dünyanın ötesinde herhangi bir boyutta bir bilgi olmadığını olsa bile beş duyumuzla yaşadığımız bu dünyanın ötesinde olan hiçbir bilgiye ulaşamayacağımızı söylediler. Ve Metafizik görevini tamamladı. Çünkü artık metafiziğin söyledikleri bir kanıdan öteye geçemiyordu zamanla metafizik terimi yerini daha kabul edilebilir olan Ontoloji terimine bıraktı yani Varlık Bilimi.
Eğer metafizik bize doğru bilgiyi ve gerçeği veremiyorsa öyleyse gerçek bilgiye nasıl ulaşabilecektik? İşte felsefenin sorduğu ikinci kadim soru buydu ve Epistemoloji yani Bilgi Felsefesi bu soruya cevapladı. Epistemoloji içinde Empiristler yani Deneyciler deneye dayanan bilgiye inandılar, Rasyonalistler ise duyularımızın bize yanıltabileceğini söylediler. Bu yüzden onlar sadece “a priori” bilginin doğruluğuna inandılar yani deneyimden önceki bilgiye.
Felsefenin sorduğu üçündü kadim soru ise insanı merkez alan bir soruydu. Doğru bilgiye ulaşan insan doğru bir hayatı nasıl yaşayacaktı? Etik ya da Ahlak felsefesinin cevabını aradığı soru işte buydu. Bu sorunun cevabı bilim de yoktur. Örneğin “Ayşe doğal sarışın mıdır?” sorusunun cevabını deneysel yöntemlerle bulabilir ama “Ayşe iyi bir insan mıdır?” ya da “Ayşe için iyilik nedir?” gibi soruların cevabını bilimde değil Ahlak Felsefesinde buluruz. Ahlak felsefesi Ayşe’nin yaptığı eylemin neden ahlaki olarak iyi olduğunu veya olmadığını felsefi olarak bize açıklayabilir.
İyi’nin ne olduğuna dair kesin bir cevabı, filozoflar yüzyıllar boyunca aramış olmalarına rağmen bu soruyu sormaya devam etmişlerdir.
John Stuart Mill’in “Faydacılığı” da işte bu uzun yolculuğun bir durağıdır. Onun derdi, felsefenin soyutlamaları arasında kaybolmak değil; insanın gündelik yaşamına dokunacak bir ahlak ölçüsü bulmaktı. Daha önce Mill’in selefi Jeremy Bentham, iyiyi ve kötüyü ölçmek için basit bir araç sunmuştu: haz ve acı.
Jeremy Bentham’a göre bir eylem haz getiriyorsa iyiydi, acı doğuruyorsa kötü. Bentham bu ilkeyi o kadar çıplak haliyle ortaya koymuştu ki, onun için haz veren her eylem aynı ölçüde değerliydi.
Bentham’ın faydacılığı aslında insana çok yalın bir teklif sunuyordu: “İyi” ve “kötü” diye yıllardır filozofların tartıştığı o bulanık alanı, en basit ölçütle aydınlatmak. Ona göre bizler mutlu olmak için iki sarkaç arasında sallanıyorduk; haz ve acı. Bütün yaşamımız bu iki efendinin buyruğunda akıyordu. Öyleyse ahlakın ölçüsü tam burada olmak zorundaydı. Bir eylem haz getiriyorsa iyidir, acı doğuruyorsa kötüdür.
Bentham bu düşüncesini bir adım daha ileri götürdü. Bentham’ın ahlak anlayışında kutsal kitaplara, ezeli yasalara ya da insanın içindeki vicdan duygusuna ihtiyaç yoktu; haz ve acı, kendi başına yeterliydi. Bir eylem, mümkün olduğunca çok kişiye mümkün olduğunca büyük haz veriyorsa, o eylem ahlaken doğruydu. Bentham buna “Toplam Fayda Mekanizması” diyordu.
Toplam fayda mekanizması, Bentham’ın faydacılık felsefesinin kalbinde yatan temel mantıktır. Bu mekanizmayı kısaca şöyle özetleyebiliriz: Her eylemin doğurduğu haz ve acılar belirlenir. Haz pozitif, acı negatif olarak değerlendirilir. Bu haz ve acılar, etkilenen herkes için toplanır. Yani bireysel hazlar ve acılar tek tek değil, toplum ölçeğinde hesaplanır. Eğer toplam haz, toplam acıya göre yüksek çıkarsa eylem ahlaken “doğru” kabul edilir.
John Stuart Mill’in “Faydacılığı” işte tam bu noktada devreye girer. Ona göre bütün hazlar aynı değerde değildir. İnsan yalnızca karnını doyuran değil, düşünen, sorgulayan, hayal kuran bir varlıktır. Çünkü eğer ölçüt yalnızca Bentham’ın dediği gibi haz ise, bir insanın sanattan, kitaptan ya da gördüğü güzel bir manzaradan aldığı haz ile bir başka insanın tıka basa midesini doyurmasının verdiği haz arasında fark kalmıyordu. Bentham’a göre ikisi eşdeğerdi; oysa Mill bunun böyle olamayacağını gördü.
Mill’e göre hazlar nitelik olarak farklıydı; estetik, entelektüel tatmin, kültürün gelişimi gibi insana haz veren eylemlerde vardı. Mill, yüksek hazların düşük hazlardan üstün olduğunu savundu. Ona göre ahlak, yalnızca nicelik değil, nitelik açısından da değerlendirilmeliydi. Özetle Bentham’da her haz birbirine eşit sayılıyorken, Mill’de bazı hazlar diğerlerinden değerliydi. Mill’in faydacılığı bu yüzden yalnızca “en çok haz, en az acı” hesabı değildir; aynı zamanda insanı insan yapan değerlerin hesabıdır.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, Bentham ve Mill’in açtığı yol hala tartışılmaktadır. Örneğin, “Çoğunluğun mutluluğu adına azınlığın acısını görmezden gelmek adil midir?” sorusu hala faydacılığın en çok tartışılan düğüm noktasıdır.
Peki o günlerden bugüne değişen bir şey olmuş mudur? Bugünün bireysel ve çıkarcı dünyasına baktığımızda Bentham ve Mill’in terazisi hala masadan kalkmış değil. Çevre felaketlerinden yapay zeka tartışmalarına, sağlık politikalarından ekonomi yönetimine kadar devletlerin, kurumların, bireylerin aldığı pek çok karar hala faydacılığın gölgesinde şekilleniyor. Ve o kadim soru sanırım daha yıllarca insanların vicdanına fısıldamaya devam edecek;
“Ne pahasına olursa olsun mutluluk mu, yoksa her şeye rağmen herkese adalet mi?”
