Bu aralar sosyal medyada sıkça karşıma çıkan sevgili Ulus Baker’in bir cümlesi var; belki siz de bir yerlerde denk gelmişsinizdir. Sevgili Ulus Baker “Sanat ve Arzu” kitabında şöyle diyor;
“Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret, tümü değil.”
Ben bu cümleyle yıllar önce karşılaştım ve o günden beri, anlamlandıramadığım her şeye artık başka bir gözle bakıyorum. Eskiden çevremdeki olayları, etrafımdaki insanları ısrarla anlamak isterdim. Yaptıkları davranışları görmezden gelemez hatta bir de onları sorgulardım. Baker’in bu cümlesi hayatımda ya da çevremde bana ait olsun ya da olmasın anlam veremediğim yahut mantığımın almadığı anlamlı, anlamsız ne varsa hiç düşünmeden hayatımdan çıkartıp bir kenara atabilmemi sağladı. Ve inanın bana anlamlandıramadığım her şeyi kenara attığım günden beri de çok rahatladım.
Artık insanları yalnızca eylemleri ve düşünceleriyle yargılamıyorum. Yıllar önce farklı hayatlar yaşayıp farklı düşünen insanların hayatlarında yaptıkları inanılmaz değişiklikler sonucu bir anda kendilerine yabancı olan bir yaşam formuna dönüşmelerini de artık yadırgamıyorum. Artık siyasetle de ilgilenmiyorum mesela; çünkü yaptıkları şeyleri anlamıyorum, anlamadığım içinde onları da ideolojileriyle birlikte bir kenara bıraktım.
Anlamadığınız kişileri, olayları, durumları anlamayı bıraktığınızda “Neden böyle?” diyerek anlamak için kafa patlattığınız, çaba sarf ettiğiniz bir çok şeyin aslında ne kadar da anlamsız olduğunu hatta anlamak için çaba sarf etmeye bile gerek olmadığını anlıyorsunuz. İşte o anda bir aydınlanma geliyor.
Ve o aydınlanmayla birlikte Baudrillard’ın dediği şu cümleye yerden göğe kadar hak veriyorsunuz;
“Belki ortada anlaşılacak bir şey de olmayabilir.”
Baudrillard’ın derdi şuydu:
Modern dünyada “Gerçek” artık doğrudan deneyimlenen bir şey değil. Her şey imgeler, temsiller, modeller aracılığıyla bize ulaşıyor yani bir “Gösterge Sistemi” içinde yaşıyoruz.
Bir zamanlar göstergeler yani kelimeler, resimler, semboller birebir kendi gerçekliğini temsil ederdi. Yani her şey ne ise oydu. Ama artık öyle değil. Bugün göstergeler kendilerini temsil etmiyor. Gerçekle bağlarını yitirmiş durumdalar.
Örneğin bir zamanlar yemek, açlığı gidermek içindi. Şimdilerde Instagram’da paylaşılan o özenli tabaklar çoğu zaman yenilmek için değil, görülmek için var. Gerçek açlığın yerini beğenilme açlığı aldı. Yemek artık bir “besin” değil, bir “gösteri”.
Başka bir örnekte kapitalizmin olmazsa olmazı “Reklamlar”
Eskiden bir ağacın, bir denizin ya da gökyüzünün fotoğrafı bize doğayı anlatırdı artık bu görüntüler çoğu zaman bırakın doğanın kendisini anlatmayı, hatırlatmıyor bile. Sadece “estetik obje” ya da bir “reklam sloganı” olarak var oluyorlar.
Reklamlar, televizyon, internet, hatta ideolojiler… Hepsi birer “simülakr” yani bir orijinali olmayan kopyaya dönüştü. Artık gerçekle teması kalmayan sonsuz bir imaj bolluğunun içindeyiz.
Baudrillard bu durumu “Gösterge Çölü” olarak adlandırıyor: çevremizde sayısız imge, veri, bilgi ve görüntü var; ama anlam yok. Peki, hala anlamak için neden çaba sarf edelim ki?
“Yaşam dünyası” (Lebenswelt) terimi, Edmund Husserl’in fenomenolojisinde önemli bir kavram. Kısaca söylemek gerekirse, felsefeden, bilimden ya da teorik düşünmeden önce insanın doğrudan yaşadığı, deneyimlediği dünya demek.
Husserl’e göre modern bilimler dünyanın özünü sayılara, formüllere indirgeyerek “yaşayan” öznenin bakışını unuttu. Oysaki bizler yaşamı anlamlandırmak için önce hisseden sonra algılayan ve en sonunda anlamlandıran canlılarız Yeryüzünde düşünebilen tek canlı olan insan hissetmeden anlamlandıramıyor. Ama bilim, o ilk aşamayı yok sayıp doğrudan soyutlamaya geçtiği için bilime inanan insan kendi deneyiminin zeminini de kaybetti. İşte “yaşam dünyası” bu unutulan zeminin adıdır.
Modern insanın en büyük yanılgısı da tam olarak burada başlıyor; Modern İnsan her şeyi anlamak zorunda olduğuna inanıyor. Bilim, dünyayı ölçülebilir kıldıkça, bizler de ölçülmeyen hiçbir şeye güvenmez olduk. Halbuki dünya, biz onu matematikle, fizikle ya da kimya ile görmeden önce de vardı.
Bir çocuk kar topunu ilk kez elinde tuttuğunda, bilim ona “elinde tuttuğun şey suyun donmuş hali” dese de çocuk o an suyun donmuş halini değil, dünyanın mucizesini tuttuğunun farkındadır. O çocuk büyüdüğünde ise işler karışmaya başlıyor. Çünkü modern dünya o çocuğun büyüdüğü zaman hissettiği her şeyi matematikle açıklamasını istiyor. Bu yüzden ona simülakr bir hayat yaşatıyor.
Oysaki bu hayatı yaşarken kimse bir fizikçi, bir psikolog, bir yaşam koçu olmak zorunda değil. Hatta bence bu hayatı yaşamak için bir sistem, bir yöntem, bir grafik de gerekmiyor ve bazen sadece sessiz kalmak, anlamaya çalışmamak bile yeterli olabiliyor. Çünkü yaşam, aslında bir bilme süreci değil, bir deneyimleme süreci.
Her birimiz bir gün nihayete erecek bu süreç içinde kendi yolculuğumuzu kendi yolumuzda yapıyoruz. Ve tüm yolculuğumuz boyunca bir bavul gibi taşıdığımız yüreğimizi elimizde tutuyor, yolculuğumuz boyunca yaşanan durumların anlamsızlığını (anlamaya çalışarak) bavulumuzda taşıyoruz. Bu bavulun içi ise bir türlü kurtulamadığımız, kurtulmak istemediklerimiz, kendi elimizle itinayla katlayıp koyduklarımız ya da hiç istemesek de birileri tarafından tıkıştırılan saçma sapan anlamsız duygularla dolu. Ve her bir duygu yüreğimizde, derimizde, tenimizde ya da zihnimizin en ücra odalarında kalmış acı ya da mutlu anlardan ve deneyimlerden oluşuyor.
Yine de siz bilirsiniz ama bence anlayamadığınız olayları, durumları, kişileri artık bavulunuzda taşımayın. Onları oldukları yerde öylece bırakın ve elinizde hafiflemiş bavulunuzla gülümseyerek kendi yolunuzda yürümeye devam edin.
