Karanlıktan Aydınlığa

İnsan, uzun bir yanılgının pençesinde binlerce yıl yaşamıştı. Çoğu düşünür, insanla hayvanlar arasına aşılmaz bir duvar çekmişti çünkü kutsal kitaplar Tanrı’nın insanı “kendi suretinde” yarattığını söylüyordu. İnsanın çevresinde olan doğa olaylarını anlayamadığı dönemlerde ise insan mitoloji ile doğayı anlamaya çalıştı. Gördüğü ve deneyimlediği sadece bu dünyaydı. Ve ölümden sonra ne olduğunu merak ediyordu. Sadece ölümü mü? Gökyüzünden yağan yağmuru, onu çok korkutan yıldırımı, geceleri doğan ayı gündüzleri güneşi… Böylece merak ettiği ama cevaplayamadığı soruların hepsine doğaüstü güçler atfetmeye başladı. Gök gürültüsünü ve şimşekleri Zeus’un öfkesiyle, güneşi her gün arabasıyla gökyüzünde dolaşan Helios’un elleriyle, denizdeki büyük dalgaları ve fırtınaları üç dişli asasıyla suları karıştıran Poseidon’un hiddetiyle, ölümü yeraltı dünyasının kapılarını açan Hades’in çağrısıyla açıkladı, Böylece anlamadığı her şeye bir olanaklılık sağladı. Olanaklılık bilmek ve inanmak demekti.

Ama XIX. Yüzyıla gelindiğinde, Darwin’in ortaya koyduğu düşünce birçok şeyi değiştirdi. Darwin; “İnsan, ne mucizevi bir ayrıcalık ne de gökten inmiş bir varlık değil, evrimsel sürecin bir ürünüdür; gelişmiş bir maymun türünden gelmiştir” diyordu. Afrika’nın güneyinde bulunan Australopitek kemikleri, bu sürecin sessiz tanıklarıdır.

“İnsanın en eski kalıntıları, 1891-1894 yıllarında Java’da bulundu ve «Pitekantrop» adı verildi. 1925 yılında ise Pekin yakınlarında bir mağarada bir başka insanın kemikleri bulundu ve «Sinantrop » diye adlandırıldı. 1954’te Cezayir’de de «Atlantrop» adı verilen bir başka insan tipinin kalıntılarına rastlandı. Atalarımız içinde, bize en yakın insan, «Neandertal» oldu. Kalıntıları, 1856 yılında, Almanya’da Düsseldorf yakınında bu adı taşıyan vadide bulunduğu için «Neandertal» insanı diye adlandırıldı.” (Bkz. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası-Server Tanilli)

İnsan, tarih boyunca kendi evrimini şekillendiren bir varlık olmuştur; ama bu süreç, yalnızca biyolojik bir değişim değildi.

Friedrich Engels’in sözleri bu gerçeği göz önüne getir: “İnsanı insan yapan, kendi eliyle yaptığı iş ve toplumsal çalışmadır.” Gerçekten de dil, düşünce ve kültür, insanın ellerinde şekillendi; Goethe’nin dediği gibi, “Başlangıçta eylem vardı.” İnsan, emeğiyle doğayı dönüştürürken, kendi bilincini ve toplumsal varlığını da değiştirdi.

Eskitaş Çağı’nda insanlar, mağaralarda yaşıyor, taş aletler yapıyor ve topluluk halinde hareket ediyorlardı. İlkel sürüler, küçük ve dayanıksız gruplar halindeydi; ama zamanla deneyim birikiyor, aletler gelişiyor ve insan, yalnızca hayatta kalmakla kalmıyor, doğayı anlama ve dönüştürme yolunda ilk adımlarını atıyordu. Topluluklar büyüdükçe, iş bölümü oluştu: Erkekler ava çıkıyor, kadınlar ve çocuklar yiyecek topluyordu. Ve bu aşamada Dil, toplumsal bir araç olarak ortaya çıktı ve insanlar arasında iletişimi sağladı. Böylece, küçük sürüler, ilkel klanlara, klanlar ise kabilelere dönüştü.

Ve daha keşfedecekleri çok şey vardı ama önce Ateşi keşfettiler.

İnsanoğlu ateş sayesinde soğuğa ve yırtıcı hayvanlara karşı daha iyi korunmaktadır artık ve beslenmesi değişmiştir; çünkü, yiyeceklerini pişirmekte, pişirdiği için de daha kolay sindirmektedir.

M.Ö 4000 yıllarına doğru Eskitaş Devri son bulur ve Yenitaş Devri başlar.

Bu devirde aletlerde büyük değişiklik olur artık nesneler, yalnız yontulmuyor, cilalanıp parlatılıyordu. Yenitaş Çağı’na, Eskitaş Çağı’ndan farklı olarak, Cilalıtaş Çağı denmesi de bu yüzdendir. Bu dönemde yeni aletler bulundu: Balta, keser, daha sonra da taştan orak ve çapa. Ama o çağın en büyük buluşu ok ile yay oldu. Ok ve yayla, insan, güçlü ve uzun menzili bir silah ele geçirmiş olur; toplumsal faaliyetlerde avın önemini birdenbire artar. Fakat dönemin asıl büyük yeniliği ise Tarımın başlamasıdır; ona bağlı olarak da hayvan yetiştirmeye de başlanılır. Yani Göçebe yaşamdan «yerleşik yaşam» a geçiş başlamış olur.

Ve sonra insanlık madenleri keşfeder. Maden Çağı böyle başlar. İlk üretilen ve kullanılan maden Bakır olur. Daha sonraları kalayla da karıştırılıp, bakırdan daha sağlam olan Tunç elde ediliyor. Bütün bunlar, önceleri süs eşyası yapmada kullanılırken, daha sonra çeşitli çalışma aletlerinin ve daha etkin silahların yapımında kullanılmaya başlanır. M.Ö 12. yüzyılda doğrudur ki, demir ortaya çıkar. Taş Çağı biter.

Tarımın keşfi ve hayvancılığın başlaması, göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişi mümkün kıldı; taş aletlerin cilalanması, ok ve yay, toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesini sağladı. Eskitaş Çağı insanlarının bilinen tek eylemleri toplayıcılık ve avcılık olduğundan bu eylem sadece bir tek mülkiyet biçimine yer veriyordu: Ortaklaşa mülkiyet. Yani toplum üyelerinin ortaklaşa çalışmaları ile elde edilen her şey topluluğun üyeleri arasında eşit paylarla üleştiriliyordu. Bu durum, ilkel toplulukta, üyeler arasında, koşullar ve servet bakımından herhangi bir eşitsizlik olmayışını ve toplumun birbirinden farklı guruplara bölünmemiş oluşunu sağlıyordu. İlkel topluluk, sınıfsız ve insanın başka insanlarca sömürüsünün bulunmadığı bir toplumdu.

Peki toplumların sınıf haline gelmesi nasıl oldu?

Üretim arttıkça, topluluk üyeleri arasında eşitlik bozuldu; Zamanla her aile kendi toprağını sürmeye ve kendi hayvanını yetiştirmeye başladı ve böylece özel mülkiyet ve sınıflar doğdu. Köleler, efendiler, üretim araçlarının sahibi olanlar… Tarih, artık bir sınıf mücadelesi sahnesiydi. Sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçen insanlık için Marx yıllar sonra: “Şimdiye kadar bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir” diyecekti.

“Özel mülkiyetin gelişiyle birlikte, ailenin malları, miras yoluyla, ana-babadan çocuklara geçmeye başladı; bu da, topluluğun eskiden eşit olan üyeleri arasında servet eşitsizliğini derinleştirdi. Emek üretkenliğinin artması, gün geldi, insan üzerindeki mülkiyeti, maddi servetlerin doğrudan doğruya üreticisi üzerindeki mülkiyeti de ortaya çıkardı. Kölelik böyle doğdu.” (Bkz. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası-Server Tanilli)

İnsanlık tarihi, tarihçilerce, yazının bulunmasıyla birlikte önceki ve sonraki dönemler olarak, «tarih öncesi» ve «tarihsel dönemler» diye ikiye ayrılır. Tarih ise bir süreçtir; bitmiş olaylar yığını değildir. Hegel, bu sürecin en büyük düşünürlerinden biri olarak, insanın tarih boyunca kendi bilincini açığa çıkardığını ileri sürdü. Ona göre, tarih, “Tin”in (Geist) yürüyüşüdür; Hegel’in “Tin” (Geist) kavramı, onun bütün felsefesinin kalbidir. Ama “Geist” derken kastettiği şey, bireyin içsel duygularından ibaret bir ruh hali değildir. Daha geniştir: insan bilinci, kültür, ahlak, sanat, din ve düşünce biçimlerinin tümüyle birlikte insanın kendini ve dünyayı anlamlandırma biçimidir.

Marx ve Engels, bu noktada Hegel’in sistemini tersine çevirdi: Onlara göre tarih, bilincin değil, ekonomik ve toplumsal koşulların ürünüydü. Yani tarihi belirleyen üretim ve üretim ilişkileriydi. İte bu Tarihsel Materyalizmdir.

Üretim biçimi, «üretici güçler» ile «üretim ilişkileri»nden oluşur: Üretim aletleri, o üretim aletlerini kullanan ve üretimi sürdüren insanlar toplumun üretici güçlerini oluştururlar.

Üretilenin değişimi ve dağıtım, süreci ise insanlar arasındaki sosyal ilişkileri yani üretim ilişkileridir.

Üretici güçler ile üretim ilişkileri ise hep birlikte, toplumun temel öğesi olan «üretim biçimi»ni oluştururlar.

Üretim biçimi aynı zaman da toplumun alt yapısıdır, toplumun düşün, politika, hukuk, gelenek, görenek gibi kurumlarını da oluşturur.

İnsanın düşünsel yanıyla ilişkili kurumlara ise «toplumun üst yapı kurumları» denir.

Yani kısacası Marx’a göre bir toplumun ekonomik temeli —yani üretim biçimi, mülkiyet ilişkileri, sınıflar arası çıkar çatışmaları— onun “alt yapısı”dır. Bu alt yapı, toplumun üst yapısını yani hukuk, siyaset, din, ahlak, sanat, felsefe gibi düşünsel ve kurumsal alanlarını şekillendirir.

Marx’a göre ya da Tarihsel Materyalizme göre; İlkel toplumdan köleci, feodal ve kapitalist toplumlara kadar her aşama, üretim biçimlerinin ve sınıf çatışmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlık, doğayı dönüştürürken kendi bilincini de dönüştürdü; emeğiyle yalnız dünyayı değil, kendini de yoğurdu. Her yeni üretim biçimi, yalnızca yaşamı değil, düşünmeyi, inancı ve değerleri de yeniden kurdu. Sınıflar, mülkiyet, ideolojiler ve inançlar, bu temelin üstünde yükseldi.

Çünkü tarih, rastlantıların değil, üretim biçimlerinin ve dönüşüm yasalarının ürünüdür.


Yorum bırakın