Doğar doğmaz kurulu bir dünyanın içine doğuyoruz. Seçmediğimiz bir beden, seçmediğimiz bir coğrafya, seçmediğimiz kurallar… Toplumun normları, kapitalizmin çarkları ve fiziksel dünyanın yasaları, bizi bir satranç tahtasının piyonu haline getiriyor.
“Peki ya özgür irade?” dediğinizi duyar gibiyim.
İnanın bana o sadece bize sunulan seçenekler arasında bir illüzyon.
Mesela 2024 yılında dünya teknoloji pazarında 1.24 milyar adet akıllı telefon satılmış. Nerden mi biliyorum? Az önce akıllı telefonumla Google’a sordum tabii ki… Ve bu 1.24 milyar telefondan her biri, kapitalizmin bizlere sunduğu sadece bir ürünün seçenekleri. Kapitalizmin bize sunduğu diğer ürünleri (araba, ev, gömlek, otel, tatil v.s) olarak düşündüğünüzde ise inanılmaz boyutta bir seçenek ağı içinde olduğunuzu fark ediyorsunuz.
Ama biz yine telefon örneğinden devam edelim.
Bu telefonları gerçekten biz mi seçtik, yoksa üreticilerin bize verdiklerinden birini mi seçiyoruz?
Soru ise şu: Piyon olarak, bu devasa tahtada ne kadar hareket alanımız var?
Matrix filmini biliyorsun değil mi?
Hani o filmde efsane bir replik vardı; Cypher’ın, Ajan Smith’le yaptığı konuşma. Hatırlıyor musun?
Tam replik şöyleydi:
“Biliyorum bu biftek gerçek değil. Biliyorum bu eti yediğimde, Matrix beynime onun sulu ve lezzetli olduğunu söylüyor. Ama bunca yıldan sonra biliyor musun ne fark ettim? Cehalet mutluluktur.”
Cypher, sahte olduğunu bildiği o bifteğin keyfini çıkarırken, gerçeğin acısını unutmayı seçti: hem de “Cehalet mutluluktur” diyerek. Kapitalizm de işte bize hiç durmadan böyle biftekler sunuyor: Parlak ekranlar, sosyal medya, konforlu bir yaşam.
Peki ya bizler, bize verilen bu bifteklerin verdiği mutluluğun geçici ya da sahte olduğunun farkında mıyız?
Belki de sahte olduğunu biliyoruz.
Reklamlar bize “Bu telefonu al, mutlu ol” diyor; alıyoruz. Çünkü 21. yüzyılda telefonsuz yaşamak, dağda tek başına kalmak gibi; evet belki biraz romantik, ama neredeyse imkansız.
İşte tam olarak bu noktada fark ediyoruz ki sistem bize verdikleriyle, bizi ya sistemin içine alıyor ya da dışlıyor. Yani basit bir formülümüz var; bu devirde Akıllı Telefon’un varsa sistemin içindesin eğer yoksa sistemin dışındasın. Çünkü sosyal medyadan, e-mail gönderimlerine, mesaj gruplarından tüm iletişimine kadar her şeyi elindeki cep telefonundan yapabiliyorsun. Peki bu bir haksızlık mı?
Diyelim ki evet… Sen de bu haksızlığın farkına varanlardansın ve kesinlikle bunun bir haksızlık olduğunu düşünüyorsun. O halde yapacağın tek bir şey var. Telefon almamayı seçmek.
Yani 1.24 milyar adetlik bir pazara karşılık, senin “eksi 1” hamlen.
Ve tam bu noktada, hayatın acı gerçekleriyle yüzleşmek mi yoksa sahte konforlara sığınmak mı arasındaki seçimin belirleyici oluyor. Çünkü alacağın bir karar seni ya gerçeğin ışığına, ya da sahte gölgelerin sıcak kucağına götürecek.
Hadi buradan örnekleri değiştirerek yola devam edelim.
Diyelim ki bir dostunuz artık sizi gerçekten anlamıyor ya da bir ilişkiniz kalbinizi tam olarak beslemiyor, veya rutinleriniz sizi hiçbir yere taşımıyor. Bunların farkında olup yine de sessizce kabullenmek mi daha kolay, yoksa her seferinde konfor alanını terk edip yeni bir risk almak mı?
Cesaret sadece büyük kararlarla ölçülmez; bazen bir gerçeği söylemek, bazen yalnız kalmayı göze almak, bazen sahte bir mutluluğu reddetmek, bazen artık dostluğunuzun bir anlamı kalmadığını düşündüğünüz eski bir dosta sırt çevirmek bile bir cesarettir.
Gerçeklik, çoğu zaman acıtır. Ama sahte mutluluk, ruhumuzu uyuşturur. Ve biz, çoğu zaman acıyı göze alacak cesareti bulamadığımız için, kendimizi sahteliklerin içinde yaşarken buluruz. İşte o zaman da gerçek olmadığına kesinlikle emin olduğumuz ama yine de yemeye devam ettiğimiz bifteklerimizle mutluymuşuz gibi yaparız.
Bakın eğer seçimimiz bifteklerle kalmaksa inanın bana yine bir sorun yaşamıyoruz hatta sahte olduğuna emin olduğumuz bifteklerimizle mutlu bile oluyoruz. Çünkü hissettiğimiz duygunun sahte olduğunu bilmemize rağmen gerçeğin acısını göğüslemek bizim için çok daha zor.
Gerçek sorun “Farkındalık” büyüdüğünde başlıyor.
Gerçeği gören insan, bir daha o eski huzura dönemiyor.
Bir kez gözlerin açıldığında, artık o tatlı karanlık seni rahatsız etmeye başlıyor.
Çünkü her şeyin arkasındaki boşluğu, takılan maskelerin ardındaki gerçeği görmeye başlıyorsun.
Yani dostunun gerçekten dost olmadığını fark ediyorsun, sevgilinin seni gerçekten anlamadığını, iş arkadaşlarının samimiyetinin sadece çıkar temelli olduğunu, hatta kendine sürekli anlattığın “mutluluk hikayelerinin” bile bir yerlerde senin kendi kendini kandırmandan ibaret olduğunu fark ediyorsun.
O zaman şimdi sorun kendinize bakalım; Bugün hangi bifteği yiyeceksiniz? Sahte ve güvenli olanı mı, yoksa acı ama gerçek olanı mı? Ama dikkatli olun! Bir kez gerçeğe gözlerinizi açtığınızda, hiçbir sahte mutluluk sizi bir daha tatmin etmeyecek.
Camus, absürt bir dünyada isyan etmenin anlam yaratmak olduğunu söyler. Yani Cypher gibi sahte bifteği yiyip “Cehalet mutluluktur” diyebilirsin ya da Neo gibi kırmızı hapı alıp her şeyi riske atabilirsin. Ama unutma gerçek dünyada, kırmızı hap o kadar basit değil. Telefonu çöpe atmak, sistemi reddetmek kulağa hoş geliyor, ama pratikte yapmak oldukça zor. Hele böylesine devasa bir sistemin içinde yaşıyorsan.
O halde soru şu; Materyalist bir hedonist mi olacaksın yoksa gerçeğin acısını göze alıp bilinmeyene adım atmayı seçen bir EKSİ BİR’mi?
Cevabı ise sadece sen biliyorsun.
