Biz insanlar bilgiyi üç şekilde elde ederiz; ilki ve en önemlisi duyu organlarımız yoluyla dış dünyadan elde ettiğimiz duysal verilerimizin bilgilerdir, diğeri zihinsel imgelenim yoluyla, kişinin zihninde oluşturduğu dış dünyanın imgelenimlerinden kavramlar oluşturarak edindiğimiz bilgilerdir ve son olarak Platon’un da “Bilgi anımsamaktır” dediği gibi anımsama ve düşleme yoluyla bilinç yardımıyla edindiğimiz bilgidir. Bizler ancak duyu organlarımız yoluyla fiziksel olarak algıladığımız dünyamız ve dünyayı meydana getiren nesneler hakkında fikir sahip oluruz ve eğer bu yetimiz olmasaydı dışımızdaki dünya hakkında hiçbir şey bilemezdik.
İdealizm, içinde bulunduğumuz dünyayı düşünce olarak tanımlayan bir öğretidir. Bu öğreti “Öznel İdelizim” ve “Nesnel İdealizim” olarak ikiye ayrılır.
Dış dünyadaki tüm nesnel varlığı yani maddesel dünyayımızı kendi öznel bilincimizin bir ürünü sayan idealist anlayış Öznel İdelizim anlayışıdır. Öznel İdealizm, herkesin maddi olarak kabul ettiği bir şeyin yalnızca öznenin zihninde var olduğunu savunur.
Bunun yanı sıra Nesnel İdealizim ise hem öznenin hem de nesnenin eşit şekilde bir mutlak bilincin tezahürü olduğunu öne süren felsefi görüştür. Mutlak bilinç kavramı Hegel’in ortaya attığı bir kavram olup; öznel bilincin ötesinde ve üstünde daha üstün,doğaüstü bir bilinçtir. Bu anlayışa göre dışımızdaki maddeler bu mutlak bilincin tezahürüdür.
18. Yüzyıl filozoflarından İngiliz, George Berkeley tam anlamıyla öznel idealizme inanan bir düşünürdü. Berkeley’in, ortaya koyduğu idealist kuram “Nesnelerin özü, algılanmış olmalarından başka şey değildir” anlayışına dayanıyordu. Çünkü Berkeley için “varolmak algılanmaktır.”
Berkeley’e göre bizler nesneleri ancak düşünceler olarak tanırız. Bu yüzden nesneler düşünceden başka birşey olamazlar. Çünkü Berkeley bilincin dışında hiç bir şeyin olmadığına inanıyordu. Bu düşünce aslında materyalist bir anlayışa yakın gözükse de Berkeley materyalist olmadığını açıkça söylemiş ve materyalistlere hitaben; “Senin gibi ben de dış dünyadan etkileniyorum. İkimiz de bizden ve duyularımızdan ayrı olan bir varlıkta dış güçlerin olduğunu kabul etmek zorunda olduğumuzu biliyoruz. Ama dışımızdaki bu gücün çeşidi konusunda seninle ayrılıyoruz. Ben ona Tin diyorum sen ise Madde” diyerek böylece öznel idealizm düşüncesiyle Tanrı kavramının Tin ile eşdeğer olduğunu söyleyecek ve Tanrıya inanan bir bir idealist olduğunu gösterecekti.
Nesnel idealizim düşüncesine inanan Hegel de öznel idealizm de olduğu gibi varlığın idea türünden olduğunu savunur. Ancak Hegel, öznel idealizmden farklı olarak dışımızda olan dünyada her ne varsa hepsinin; İde, Mutlak Ruh, Tin ya da Geist adını verdiği Mutlak Akıl olduğuna inanır. Nesnel idealizm, doğanın ve herhangi bir sonlu zihnin yani insanın bu dünyaya doğduğunu ve insanın yaratılışından da önce var olan sonsuz dünya tin bilincinin dünyanın temeli olduğunu kabul eder. Bu bilinç ise Hegel’in söylediği Mutlak Tin’dir yani Tanrıdır.
Bana göre 2500 yıllık Felsefe Tarihe baktığımızda felsefenin en büyük başarılarından biri Kant Felsefesi ve sonrasında ise en büyük kırılım noktası Hegel’in Diyalektik anlayışıdır. Aslında Hegel’in de felsefesini oluşturan diyalektik bakış açısı felsefenin başlangıcı olarak kabul ettiğimiz doğa felsefesiyle başlamıştır. Antika Yunan filozofları ilk olarak doğayı incelemiş ve felsefelerini doğa üzerine kurgulamışlardır. Felsefi bakış açılarını doğa üzerine kuran bu filozoflar her şeyin sürekli hareket halinde olduğunu ve yine doğadaki her şeyin birbiriyle bağlantı içinde olduğunu görmüşlerdi. Ve belki de en önemlisi doğadaki herşeyin bir dönüşüm ve değişim geçirdiğini fakat bu dönüşümün kendi zıttına doğru olduğunu farketmeleri olmuştur.
Onların bu düşünce yapıları ne gerçek bir diyalektik ne de gerçek bir materyalist anlayıştı ama yine de onların bu düşünce sistemleri sonradan hem ilk diyalektik yaklaşım hem de ilk materyalist düşünce yapısı olarak kabul edilecekti.
Ortaçağ’dan sonra ise 16. ve 17. Yüzyıllara kadar deneysel doğa bilimi gelişecek ayrıca dünya çevresinde yapılan yolculuklar ve coğrafi keşifler insanların dünya hakkında bilgisini büyük ölçüde arttıracaktı.
18. Yüzyılın sonuna doğru gelindiğinde ise bitki bilimi ve hayvan bilimi gelişecek; bulunan yeni bitki türleri ve yirmi bin dolayında hayvan türünün incelenmesi dünyanın daha hızlı bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktı.
Ve sonra mekanik bilim gelişti; böylece fenomenlerin dünya üzerinde mekanik bir yasayla varoluşlarını devam ettirdiklerini öğrendik. Doğa bilimlerindeki bu ilerleme ve mekaniğin yasalarının belirlenmesi 18. Yüzyılın materyalist filozoflarının düşüncelerini kuvvetlendirdi. Hegel’in felsefesi ve diyalekliği ise materyalizme farklı bir boyut kazandırmış hatta materyalist düşünceyi geliştirmişti. Fakat buna rağmen materyalistler Hegel diyalektiğinin idealist bir felsefe olmasından dolayı Hegel’e ve onun düşüncelerine çok değer vermelerine rağmen bir türlü felsefesini bütünüyle materyalizm içine sokamadılar.
Çünkü Hegel diyalektik yasalarını maddeden ya da varlıktan değil tamamıyla bilinçten çıkarıyordu. Doğanın da bu diyalektik yasalara uyması gerektiğini düşünüyordu. Hegel doğada ve toplumda olup biten herşeyin bilincin ve mutlak tin’in bir yansıması olduğunu düşünüyordu. Hegel, idelaist diyalektiğini mutlak bilince yüklerken daha sonraki yıllarda Marx materyalist diyalektiğini bilinçli insana yükleyecekti.
19. Yüzyılın ilk yarısında 1840’lı yıllarda “Enerjinin Sakınımı ve Dönüşümü” evrensel bir yasa olarak ispat edildi. Bu yasaya göre bir enerjinin başka bir enerjiye dönüşebileceği ve dönüşen bu enerjinin ise diğer enerjinin azaldığı kadar olabileceği kabul edildi. Kısacası bu yasayla birlikte var olan enerji yok, yok olan enerji ise var edilemez olduğu kabul edilmiş oldu. Böylece evrendeki bütün olayların birbirleriyle bağıntılı olduğu felsefi bir düşünce olmaktan öte bir doğa yasası olarak kabul edildi.
19. Yüzyılın ortalarında ise İngiliz bilim adamı Charles Darwin bütün canlı varlıklar arasındaki ilişkiyi ortaya koyan doğal seleksiyon yöntemiyle evrim teorisini ortaya attı. Gelişen bilim insanı ve İnsan aklına olan güveni arttırdı ve materyalist düşünce yeniden güçlenmiş oldu.
19. Yüzyılda bilim ister istemez materyalist açıklamalar yapıyordu mesela fenomenal dünyamızda hiçbir şeyin hiçten var olamayacağını doğadaki şeylerin ise tahrip edildikleri zaman bile tümüyle yok olmadığını başka özelliklere sahip maddeler halinde döndüğünü söylüyordu.
Aslında doğadaki şeylerin tahrip edildiği zaman bile koybolmadıklarını sadece başka birşeye dönüştüğünü modern bilimden önce ilk olarak Antik Yunan’da yaşayan ve ilk filozoflar olarak kabul ettiğimiz doğa filozofları farketmiştir. Antik Yunan’da Thales suyu cisimlerin birincil maddesi olarak görürken, Aneksimenes birincil maddeyi hava, Heraklitos ise ateşi birincil madde olarak savunmuştur; Empodokles evrenin toprak, su, hava ve ateş parçacıklarından oluştuğuna inanmış, Demokritos ise maddenin gözle görülmeyecek ve dokunulmayacak kadar küçük atomlardan oluştuğunu düşünmüştür. Doğa filozofları, tikeller birbirlerinden ayrı ve farklı olsalar da birbirlerine dönüşebildiklerini gözlemlemiş bu yüzden varlığın bir oluş ve değişim halinde ezeli ve ebedi olduğuna inanıyorlardı.
Maddesel dünyayı açıklama çabası sırasında fark edilen en önemli şeylerden biri de yaşadığımız dünyanın üç boyutlu bir dünya olduğudur. 18. Yüzyıl Alman filozoflarından Immanuel Kant çevremizdeki cisimlerin ve tüm maddelerin ancak uzay ve zaman içinde var olduklarını ve uzay ve zaman içinde onları algılayabildiğimizi söylemiştir. Kant idelaist düşünceye nazaran çevremizdeki nesnelerin zihnimizden ayrı ve ondan bağımsız olarak var olduğunu söyleyerek materyalist bir yaklaşım da göstermiştir.
Kant yazmış olduğu “Saf Aklın Eleştirisi” adlı kitabında; “Ben, benim bizzat varoluşumun kesin bilincinde olduğum kadar benim dışımdaki şeylerin var olduğunun da bilincindeyim” diye yazmıştır. Kant, bu fikrini kanıtlamak için kitabında; “Her şeyin kaybolduğunu düşünün zihin gözünüzde boş bir uzay göreceksiniz; ama yalnızca etrafınızdaki şeylerin değil bunların tuttukları uzayın da kaybolduğunu düşünmeye çalışın bunun olanaksız olduğunu göreceksiniz. İnsan hiçbir olayın olmadığını düşünebilir ama zamanın ve uzayın kaybolduğunu düşünmek onun için olanaksızdır” diyecektir.
Kant’ın bu ve buna benzer düşünceleri materyalizm anlayışını güçlendirmiş olsa da onun dünyayı Fenomenal ve Numenal Dünya olarak ikiye ayırması ve Numenal Dünya anlayışıyla sanki gerçek dünyanın yanında mistik bir dünya anlayışı da ortaya koyuyor olması materyalist düşünce tarafından destek görmese de zaman ve uzay maddenin evrensel varoluş biçimleridir fikri materyalist düşünce tarafından savunulan bir düşünce olmuştur.
Evet, biz insanlar olarak çevremizdeki herşeyin bilgisine onların da içinde bulundukları uzay-zaman içinde duyumsar ve algılarız. Duyum ve algılardan sonra ise yargılarımız düşüncelerimizi oluşturur. Hegel kendi felsefesinde herşey düşünceden oluşmuştur “Ussal olan gerçektir, gerçek olan ussaldır” derken tam olarak bunu anlatmaktadır.
Eğer herşey düşünceden ibaretse o halde bilincimiz yalnızca dış dünyanın imgesidir. Onun bir yansımasıdır. Maddi dünya bizim dışımızda vardır fakat biz bilinçli insanlar olarak sadece dış dünyanın bizdeki yansımalarını duyumsarız. Bu duyumsama bizde oluşan dış dünyanın imgelemi sayesinde zihnimizde kavramları oluşturur. Yukarıda da değindiğimiz öznel ve nesnel idealizim dış dünyanın sadece bir düşünceden ibaret olduğunu söylerken materyalist düşünce ise dış dünyadaki cisimleşmiş maddeyi yatsımayacaktı.
Daha sonraki yıllarda gelişen bilimle beraber eski materyalist düşünceye nazaran yeni bir materyalist anlayış gelişecekti. 19. Yüzyılın yeni materyalist anlayışı insanların maddesel bir dünyada yaşadıklarını ancak sadece maddesel dünya üzerinde öylece varolmadıklarını eylemde bulunarak çevresini aktif olarak değiştirdiğini ve dönüştürdüğünü de savunacaktı.
Yeni Materyalist düşünce insanın, dış dünyayı yani doğayı ve daha genelinde toplumu değişikliğe uğratan eylemlerinin tamamına Pratik adını vermiştir. Pratik, insanın yaşamını sürdürebilmesi için doğayı etkilemesi, doğayı dönüştürmesi, toplumdaki bireyleri etkileyerek sürekli olarak bu eylemleriyle bilgi elde etmesi demektir.
Son olarak şunu söyleyebilirim ki Aristoteles’den bu yana “Zoon Politikon” olduğu kabuledilen insanlık bütünüyle sosyal bir canlıdır. Bu nedenle ilk çağlardan itibaren bir toplum içinde yaşaya gelmişlerdir. Ve insanoğlu toplumsal hayatını kurarken doğayı ve doğal çevresini değiştirir. Bu nedenle materyalist anlayış,; “Yaşadığımız doğal çevre insanların pratik eylemlerinin izlerini taşır” diyecektir. Artık insanların barınmak için ev yapmaları, yaşamak için üretim yapmaları hatta düşünsel faaliyetleri bile bu pratik eylemlerinin bir ürünü olduğu bilinmektedir.
Materyalizmin bu ve bunun gibi düşüncelere ulaşması onun Diyalektik Materyalizm’den, Tarihsel Materyalizm’e geçişinin ilk adımları olarak kabul edilecekti.
Buradan sonrası ise artık Marx Felsefesi…
Kaynakça:
Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi – Boguslavski, Karpuşin, Rakitov
