Felsefe doğunun büyük imparatorluklarında; Çin Hindistan ve İran’da pratik bir düşünce hareketi olarak başlamıştır. Batı Felsefesinin, felsefenin başlangıcı olarak kabul ettiği Antik Yunan Felsefesi ise Yunanlıların Persler karşısında kazandıkları zaferler sonrası Yunan yarımadasının hem ekonomik hem de siyasi açıdan güçlenmesiyle beraber teorik bir düşünce pratiği şeklinde başlayacaktı.
Antik Yunan’da başlayan bu özgür felsefi düşünce, Helenik Felsefenin sonuna kadar devam edecek; Helenik Felsefenin ardından başlayan Helenistik Felsefenin de sona ermesi ve Hristiyanlığın da ortaya çıkmasıyla beraber Roma İmparatorluğu dine bağlı mutlak Monarşik bir devlet haline gelecekti. Daha sonra Ortaçağ ile birlikte otoriter skolastik bir anlayış çok uzun bir süre düşünce dünyasına hakim olacaktı.
İnsanlığın yeniden kendi isteğiyle özgür iradeyi seçmesi Luther’le başlamıştır. Martin Luther’in 1517’de Wittenberg Kalesi Kilisesi’nin kapısına 95 maddeden oluşan bildiriyi asmasıyla Reform hareketi başlamıştı. Reform, Aydınlanma Felsefesi ve ardından gelen Fransız İhtilali ile birlikte akla inanan özgür düşünce daha da belirgin bir hal alarak yeniden insanlık tarihine geri dönecekti. Fakat özgür düşünce 17. ve 18. Yüzyıllarda felsefeye geri dönse de felsefi düşünce bu tarihlerden itibaren tinsellikten kopamayan bir İdealizm düşüncesi ile maddeci bir Materyalist düşünce olarak bir ayrıma gidecekti.
Hegel “Felsefe Tarihi Üzerine Dersler”in de felsefe tarihini üç döneme ayırmıştır. Bu dönemler içinde kendini ve felsefesini üçüncü dönemin sonuna koymuştur. Hegel’e göre ilk dönem Thales’ten Plotinos’a kadar uzanmaktadır; bu dönem aynı zamanda Antik dünyanın başlangıcını ve sonunu kapsar. İkinci dönem, Hıristiyanlığın başlangıcı ile Reform hareketinin başlangıcı arasında olan dönemdir. Bu dönem insanlık ile tanrısallığın uzlaşmayı başardığı bir dönem olacaktı; ve son olarak Hegel’in de içinde bulunduğu Descartes’tan Hegel’e uzanan üçüncü dönem başlayacaktı. Hegel üçüncü dönemin sonunda ortaya koyduğu felsefeyle, din ile modern düşünce arasındaki uzlaşmayı kesin olarak tamamladığını düşünür. Bu yüzden Hegel’in düşünce sistemini anlamak açısından önce Onun din felsefesini anlamak, siyaset felsefesini anlamaktan çok daha önemlidir. Çünkü Hegel’in felsefesi hem “Dünyanın bilgisi” hem de “Tanrı inancının bilgisi”dir. Bu nedenle Hegel Felsefesi inanç Logos’u ile şekillenmiş bir Tin Felsefesi olarak kabul edilir; Onun felsefesi tam anlamıyla bir felsefi teolojidir.
Hegel’e göre felsefe insana dair bir şeydir; dünyanın dışında ya da ona aşkın olarak gerçekleşen bir şey değil tam aksine dünyanın içkin yanıdır. Hegel, felsefi düşüncesini tamamladığında Ortaçağın otoriter skolastik düşüncesiyle Aydınlanma Felsefesinin getirdiği modern ve özgür düşünceyi bir noktada birleştirdiğine inanmıştır.
1831’de Hegel’in ölümünden sonra Hegel Felsefesi dönemin zirve felsefesi olmuştu. Fakat Hegelcilik anlayışı sadece felsefi olarak değil siyasi ve dini bakış açılarının farklılıklarından dolayı Eski Hegelcilerden oluşan sağ ve Genç Hegelcilerden oluşan sol kanat şeklinde bir bölünme yaşamıştır. Hegelci olmaları ise bu iki grubun tek ortak noktasıdır.
Sağ Hegelciler, Hegel’in felsefesini, teolojiye uygun olduğunu düşünecek ve bu çizgiden daha ileriye taşıyarak siyasi ve dini açıdan muhafazakar bir yöne götürmek isteyeceklerdi. Sağ Hegelciler, tarihsel diyalektiğin tamamlandığını ve mevcut haliyle Prusya toplumunun bugüne kadarki tüm toplumsal gelişimini tamamlayarak en üst noktasına eriştiğini düşündüler. Bu düşünceyi savunan kişiler arasında Johann Philipp Gabler, Karl Friedrich Göschel, Johann Karl Friedrich Rosenkranz ve Johann Eduard Erdmann yer alır. Sağ Hegelciler genelde Hıristiyanlığın savunucularıydı ve çoğu da Hegel’i teolojik olarak yorumlama eğilimindeydi.
Genç Hegelciler olarak bilinen sol kanat ise diyalektik sürecin henüz tamamlanmadığını, alt sınıflardaki sefalet ve yoksulluğun giderek arttığını söylüyor toplumda ciddi bir eşitsizliğin hüküm sürdüğüne inanıyorlardı. Prusya hükümetinin özgür düşünceye sansürü getirdiğini söyleyerek Prusya’nın mükemmellikten giderek uzaklaştığını düşünüyorlardı. Bu isimler arasında ise Ludwig Feuerbach, David Friedrich Strauss, Johann Paul Friedrich Richter, Bruno Bauer, Friedrich Engels ve Genç Hegelcilerle daha sonraki yıllarda çatışan ama yine de Hegel’in ortaya koyduğu ilkelerden yola çıkarak Diyalektik Materyalizm düşüncesini geliştiren Karl Marx da bulunuyordu.
Marx, öğrencilik yıllarında Genç Hegelcilerden etkilenmiş olsa da kendini daha sonraki yıllarda Hegelci olarak nitelendirmez. 1841 yılında 23 yaşındayken yazdığı “Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark” başlıklı doktora tezinden de anlaşılacaktır ki, Marx Alman idealizminin tam ortasında yetişmiş olmasına rağmen artık İdelizime sırtını dönmüş ve diyalektik materyalizme doğru adım atmaya başlamıştır. Hatta Marx daha sonraki yıllarda yazacağı “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı kitabının önsözünde “Demek ki, yapılacak şey, her şeyden önce, Hegel’in yöntemini kesin bir eleştiriye tabi tutmaktı” diyecek ve “Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da” diyerek Diyalektik İdealizmi baş aşağı çevireceğinin de haberini verecekti.
Eski Hegelciler ve Genç Hegelciler ayrımının tek bir yazıyla anlaşılabilir olmadığının farkındayım hatta Genç Hegelcilerden, Feuerbach’ın realist bir tutumla yapmış olduğu, Hegel’in İdealist Felsefesinin eleştirisine girmeden bu konuyu anlatmanın bir bakıma eksik kaldığının da farkındayım. Ama amacımız sadece genel kültür düzeyinde bir yazı yazmaktı. Bundan sonra artık Hegel sonrası gelişen felsefi düşüncelere adım atabiliriz.
Kaynakça:
Hegel’den Nietzsche’ye – Karl Löwith
