İnsanlığın Kısa Hikayesi

Önce karanlık vardı. Sonra karanlığın içinde madde var oldu. Canlandı bir zaman; gün geldi ayağa kalktı, insan oldu. İnsanoğlu ilk adımlarını attığında henüz daha tanımadığı bir dünyada yolculuk yaptığının farkında değildi. Bilmediği o kadar çok şey vardı ki her gün onu için yeni bir gündü. Kendini ve kendini bulduğu dünyasını anlamak için önce tanımadığı bu dünyanın dilini anlaması gerekiyordu. Bu insanın varoluşunun nedenini anlama çabasındaydı.

Bilmediği, tanımadığı, korktuğu her şey için öyküler uydurdu, masallar anlattı, mitler yarattı, destanlar söyledi. Her bir anlatı, onun kendisiyle ve çevresiyle olan ilişkisini derinleştirirken, varlığının anlamını bulmasına yardımcı oldu. Ancak bu hikâyeler, sadece eğlence değil, aynı zamanda birer sorgulama aracıydı. İnsan, kendini ifade etmenin yanı sıra, kim olduğunu ve neden burada olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Yazı yazdı, sayı saydı, kuram kurdu. Zihni, düşüncelerin sonsuz denizinde yüzerken, bulduğu her yeni kavram, ona yeni ufuklar açtı. Varlığın ardındaki mutlak hiçliği, sözün gerisindeki derin sessizliği fark ettiği vakit ise her şeyden kuşkuya düştü. Kuşkuya düştükçe kuşku duyduğu her şeyi merak etmeye başladı. Merak duygusu düşüncelerin kıyısında bekleyen en derin korkularını yüzeye çıkardı. Ve nihayet varoluşunun anlamını, yalnızca dış dünyada değil, kendi içsel sorgulamalarıyla da şekillendirmeyi öğrendi.

Bu yazıda yolumuz uzun çünkü sizlere insanlığın hikayesini anlatmak istiyorum. Hikâyenin en başından başlayıp 21. Yüzyıl Sanayi Devriminin dördüncü evresinin yaşandığı günümüze kadar gelmek istiyorum. Amacım fazla detaya inmeden yazıyı da fazla uzatmadan sadece insanlığın uygarlaşma yolundaki köşe taşlarını anlatmak. Bu yüzden hızlı olmak zorundayız.

Hadi başlayalım.

Bilim insanları, çok uzun zamandan beri bütün insanlığın Kuzey Afrika’dan dünyanın dört bir yanına yayıldığını söylüyor. İnsanlığın Afrika’dan dünyaya yayılma hikayesi yaklaşık 60.000 yıl önce başlıyor; bu hikâye 500 ila 1000 kadar insanın Kuzey Afrika’dan Orta Doğu’ya doğru göç etmeleri ve ardından bütün Avrasya boyunca yayılmalarını anlatan bir hikâye.

Fakat bu hikâye 1980’li yıllarda yapılan DNA ve fosil analizlerinden sonra sağlam kanıtlarla desteklenerek artık bir hikâye olmaktan çıktı. Buna rağmen Güney Amerikalı ünlü yazar Eduardo Galeano, 21. Yüzyıl insanları olarak bizlerin ırkçılığın hafıza kaybımıza neden olmasından dolayı Afrika’dan başlayan bu ortak kökenimizi hatırlamayı reddettiğimizi söyler. Anlayacağınız Afrika’dan başlayan bireysel göç yüzyıllar sonra toplumsallaşan bireyde ırkçılığın oluşmasına neden olmuş. Neyse daha toplumsallaşmaya çok var. Henüz ilkçağlardayız.

İlkçağlarda insanın emeklemeyi bırakıp ayakları üzerinde dik durmayı başarması yani Homo Erectus’un ayağa kalkarak ellerinin özgür kalması, Friedrich Engels’e göre insanoğlunun uygarlaşma yolunda attığı en büyük adım olmuştur. İnsanın artık dik durup ellerini çeşitli amaçlarla kullanabilmesi ona çok büyük bir üstünlük sağlamıştır; çünkü insan artık elleriyle alet yapmaya başlamıştır. Yani işin içine emek girmiştir ve biliyoruz ki uygarlık da dahil her şey emekle başlar.

İnsanlık ellerini kullanmaya başladıktan sonra o dönemin en büyük teknolojisini bulmuştur; Ateş…

İnsan ateşi bularak soğuktan ve vahşi hayvanlardan korunmuş, avlandığı hayvanın etini pişirmiş, mağarasını ve gecelerini aydınlatmıştır; kim bilir belki biraz da romantizm yaşamıştır. Peki, biz bunları nereden biliyoruz? Tabii ki yine bilim sayesinde. Mağaralarda bulunan çizimler bize böyle bir yaşamın olduğunu gösteriyor.

Mağaralarda bulunan resimlere günümüzde “Mağara Sanatı” diyorlar. Bizler ise hal ilk insanların bu resimleri neden yaptıklarını tam olarak bilmiyoruz; kimi inançlarının ritüelleri diyor kimi avladıkları hayvanları daha rahat avlayabilmek için kendilerine göre yaptıkları bir totem olduğunu düşünüyor kimisi ise sadece bir can sıkıntısı.

İngiliz Sanat Tarihçisi Ernst Gombrich “Sanatın Öyküsü” adlı kitabında “Dilin nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz, tıpkı sanatın nasıl ortaya çıktığını bilmediğimiz gibi…” diyor ama kabul edilen bir şey var ki onlar ilk ressamlardı.

Uygarlık tarihi ve bilim durmuyor araştırma yaptığı mağaralardan çıkıp geçmişimiz hakkında araştırma yapmaya devam ediyor. Bizlere, ilkçağ insanlarının önce toplayıcılık sonra avcılık ve ateşi bulduktan sonra tarımı icat ederek yerleşik düzene geçtiklerini söylüyor. Yerleşik düzene geçen insan böylece ortak bir yaşama şekli bulmuş oluyor.

Bireylerin üyesi oldukları toplumun değerlerini, tutumlarını, bilgilerini kısacası o toplumun kültürünü öğrendikleri sürece toplumsallaşma diyoruz. Yani birey ait olduğu toplum içinde toplumsallaşıyor. Bu anlamda “Toplumdan ayrı bir “ideal insan” düşünemiyoruz çünkü sosyolojik açıdan bireyi toplumdan bağımsız göremiyoruz.  Birey toplum içinde toplumun değer yargılarıyla şekillendiği için toplumun ayrılamaz bir parçası konumunda. Aristoteles de yüzyıllar öncesinden “Zoon Politikon” kavramıyla “İnsan sosyal bir hayvandır” diyerek insan doğası gereği topluluk halinde yaşamaya mecbur bir varlıktır demiştir.

Ateşi bulduktan sonra tarımı icat ederek yerleşik düzene geçen insanoğlu kendini bir anda ortak bir yaşamın içinde buluyor. Bu ortak yaşam bir süre sonra onlara “senin”, “benim” ve “onun” kelimelerinin anlamını öğretiyor ve ilk mülkiyet böylece başlamış oluyor.

Jean Jaque Rousseau başlayan bu ilk mülkiyet için “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.” diyecektir

Rousseau haklı mıydı? Kesinlikle haklıydı. Neyse biz devam edelim;

Topluluk halinde yaşayan insan işlerin daha kolay hallolduğunu keşfetmesiyle artık daha iyi korunuyor, daha çok ürün elde edebiliyor, karnı daha çok doyuyor, daha güvenli bir yaşam yaşıyor ama daha çok çalışıyordu.

Fakat “Mülkiyet” kavramı yeryüzüne inince birden soylular, krallar, prensler, senyörler, din adamları, komutanlar, askerler, serfler ve köleler oluştu. Sonra hep Kralların çocukları kral, prenslerin çocukları prens, soyluların çocukları soylu, kölelerin çocukları ise köle olmaya devam ettiler. Uygarlık tarihi yıllar, yıllar sonra buna insanlığın sınıflara ayrılması diyecek.

Ve tarihin başlangıcı… Gezegenin doğusunda sahneye Sümerlerin çıkmasıyla başlamıştır. Sümerler insanlık tarihinin belki de en gizemli mucizesi olan yazıyı buldular. Yazının bulunmasıyla birlikte “Tarih Öncesi Devir” son buldu ve tarih başlamış oldu. Yazı bulunduktan sonra tarih hakkında daha net bilgiler edinmeye başladık. Mesela dünyada ilk yazılan edebi eserin Gılgamış Destanı olduğunu öğrendik. Gılgamış Destanı Antik Mezopotamya’dan günümüze ulaşan en eski edebi eseridir.  Destansı bir şiirdir Gılgamış…Ölümsüzlüğü arayan bir adamın hikayesini anlatır.

Ölümsüzlük. Bugüne kadar insanlığın ilgisini çeken muazzam bir gizem… İnsanlık, tarih boyunca hep ölümsüzlüğün arayışı içinde olmuştur. Çünkü insan ölümün ne olduğunu biliyor ama ölümlü olmanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Hatta dünya üzerinde yaşayan tüm canlılar içinde öleceğini bilen tek canlı varlıktı. Gördüğü ve deneyimlediği ise sadece bu dünyaydı. Ölümlü olduğunu bilen insan ölümden sonra ne olduğunu merak etmeye başladı. Sadece ölümü mü? Gökyüzünden yağan yağmuru, onu çok korkutan yıldırımı, geceleri doğan ayı gündüzleri güneşi…

İnsan merak ediyor fakat bir cevap bulamıyordu. Böylece merak ettiği ama cevaplayamadığı soruların hepsine doğaüstü güçler atfetmeye başladı.

Mesela Yunanlı büyük ozan Homeros yazmış olduğu İlyada ve Odysseia destanlarıyla dünyanın yaradılışını mitolojik tanrılarla açıkladı ta ki Antik Yunan’da Thales diye biri doğana kadar.

M.Ö Altı Yüz’de Thales çevresindeki olayları doğaüstü güçlerle açıklamak yerine doğa yasalarıyla açıklama yolunu seçti. Buna felsefi düşüncenin başlangıcı diyoruz. Thales doğada gördüğü çokluğa neden olan bir ana madde arayışı içine girdi ve tüm evrenin ana maddesine su dedi. O güne kadar gökyüzünde yaşanan Güneş ve Ay tutulmalarını doğaüstü nedenlere bağlayan insanlığa “Hadi canım boş versenize bu sadece ayın güneşin önünü kapatması” dedi ya da sanırım bunun gibi bir cümle kurmuştur. Ve hatta bir sonraki tutulmanın ne zaman olacağının tam tarihini bile verdi. Neredeyse insanlar onu tanrıların tanrısı olan Zeus zannedecekti.

Thales’in özgür düşünceyi başlatması kendisinden sonra gelecek olan tüm filozofların önünü açtı. Önce Presokratikler geldiler doğayı açıklamaya çalıştılar bu yüzden onlara doğa filozofları denildi sonra felsefenin yüzünü insana doğru çeviren Sofistler ve hocaların hocası olan Sokrates geldi. Sokrates düşüncelerinden dolayı Atina meclisi tarafından yargılanıp baldıran zehri içerek öldürüleceği güne kadar yazılı bir eseri ve bir okulu olmamasına rağmen yüzlerce öğrenci yetiştirdi.

Sokrates’in öğrencileri içinde Platon onun en önemli öğrencisi oldu. Platon kendisine Akedemi adında bir okul açarak hocasının öğretisini devam ettirmenin ötesine geçti. Kendi öğretisi olan İdealar Teorisini ortaya koydu. Günümüze kadar gelen çok önemli eserler yazdı. Ve Platon, okulu Akademi’de ileride Büyük İskender’in hocası olacak olan ve kendisine Lykeion adında okul açarak öğrenciler yetiştirecek olan Aristoteles isminde çok büyük bir insanı felsefe tarihine kazandırdı daha sonraki yıllarda ise Aristoteles de Mantık bilimini bizlere kazandıracaktı. Aristoteles’in ölümüyle düşünce dünyasında Helenik Dönem kapandı yeni başlayan dönemin adı Helenistik Roma Dönemiydi.

Sonra Hz.İsa doğdu ve Roma İmparatorluğu çok tanrılı dini bırakarak Hristiyanlığı kabul etti. Bu tarihten itibaren felsefe yüzünü doğadan Tanrıya döndü. Tam bin yıl. Bu döneme daha sonraki yıllarda Ortaçağ denilecekti. Ortaçağ dönemi Skolastik ve Dogmatik düşünceyi getirdi ve birde Haçlı Seferlerini…

Bir buçuk asırdan fazla sürdü Haçlı Seferleri…

Avrupa doğuya doğru sekiz tane Haçlı Seferi düzenledi. Artık savaşa gönderecek asker bulamayınca insanları savaşa göndermek için kilise cennetin tapusunu dağıtmaya başladı. Cennetin tapusunu alan Haçlı seferine katılıyor ölmeden dönerse hayatına elindeki cennetin tapusuyla devam ediyordu.

Haçlı seferlerine katılıp ölmeden evlerine geri dönen askerler doğudan ipeği, sabunu, kâğıdı ve barutu öğrenerek döndüler ve döndükten sonra doğuda öğrendikleri bu ürünlerin üretimine başladılar ve böylece batıda burjuvazinin ayak sesleri duyulmaya başlandı.

Barutun batıya gelmesi ile birlikte Avrupa’daki toprağa bağlı yönetim şekli olan Feodalite son buldu. Bu sırada gelişen ekonomi paranın yönünü değiştirdi ve Krallar da yüzlerini paraya çevirdiler.

Ve Kopernik… Nicolaus Copernicus 1543 yılında Güneş Merkezli Evren Modelini dünyaya duyurdu. Uzun yıllardır kabul edilen ve varlığını sürdüren tek açıklama Dünya Merkezli Evren Modeliydi. Bu model kilisenin de resmi evren görüşü olarak benimseniyordu. Güneş Merkezli Evren Modelinin kanıtlanmasıyla birlikte Dünya Merkezli Evren Modeli olarak adlandırılan model yıkılmış oldu. Bu olay düşünce tarihindeki en önemli anlardan birisidir.  Dünya Merkezli Evren Modeli o güne kadarki Batı düşünce dünyasını temelinden sarsmıştır ve Kilisenin de halk üzerindeki gücünü azaltmıştır.

Neden? Çünkü Tanrı insanı tüm canlılardan üstün yaratmıştı bu yüzden kilise evrendeki her şeyin dünyanın etrafında döndüğüne inanıyordu. Fakat Nicolaus Copernicus, Güneş Merkezli Evren Modeliyle dünyanın güneş etrafında döndüğünü kanıtlayınca kilisenin halk üzerindeki gücü bir nebze olsun azalmış oldu.

16. Yüzyılın önemli olaylarından biri diğeri de 15. Yüzyılın birinci yarısından başlayıp 17. Yüzyılın ortalarına kadar devam eden Portekizli ve İspanyol gemiciler tarafından yapılan coğrafi keşiflerdir. Bu döneme “Keşifler Çağı” deniliyor. Yapılan Coğrafi keşifler sonrası Asya’daki baharat ve değerli madenler ham madde olarak akın akın Avrupa’ya taşınmaya başlandı. Getirilen ucuz hammadde ile yeni mallar üretildi; üretilenler satıldı yeniden üretmek için hammadde lazım oldu tekrar keşfedilmiş o yerlere gidildi. Ve bu olay Avrupa’nın ekonomik olarak güçlenmesine neden oldu.

Coğrafi keşifler sonrası dünya yeni bir yaşam tarzına ve yeni bir düşünce sistemine doğru yol almaya başlayacaktı. 15. ve 16. Yüzyılda Avrupa’da güzel sanatlar, edebiyat ve düşünce alanında meydana gelen gelişmeler oldu bu gelişmelere “Rönesans” adı verildi.

Rönesan tekrar özgür düşünceye doğru yapılan yolculuğun başlangıcıdır; kelime anlamı yeniden doğuş demektir. Peki bu doğuş nereye doğru bir yeniden doğuştur? Tabii ki bu yeniden doğuş Ortaçağın baskıcı Skolastik düşüncesinden sıkılan insanların, özgür Antik Yunan Felsefesine doğru bir yeniden doğuş özlemidir. Server Tanilli bu yüzden Rönesans Dönemine “Burjuvazinin kültür devrimi” der.

Rönesans ilk kez İtalya’da başlamış daha sonra diğer Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Rönesans ile Ortaçağın Skolastik düşünce anlayışı yerini Rasyonalizme bırakacaktı. Hemen ardından Hümanizm geldi. Ve insanlık Aydınlanma Felsefesi ’ne doğru yol almaya başladı.

1517 yılında Skolastik düşünce yapısına daha fazla dayanamayan din adamı Martin Luther 95 maddeden oluşan bildirisini kilisenin kapısına asınca 1520’de Papa tarafından da aforoz edilerek dinsiz ilan edildi. Luther “Vay sen misin bunu yapan?” diyerek 1524 senesinde Protestanlık mezhebinin kurulduğunu ilan etti. Hemen ardından zaten kilisenin baskıcı Skolastik düşüncesinden sıkılan halk öbek öbek yeni kurulan Protestanlık mezhebine geçti.

Papa bunu görünce Katolik mezhebinde ve dinde yeni düzenlemeler yapılmasına karar verdi. Buna da “Reform” dediler. Reform hareketiyle birlikte, dinsel baskılardan kurtulan düşünce yavaş yavaş özgür düşünceye doğru yol aldı.

Ve düşünce tarihini kökten değiştiren Dascartes  özgür düşünceye öyle bir giriş yaptı ki aklı merkeze koyan bir düşünce sisteminin kapısını ünlü “Cogito Ergo Sum” ile araladı.

Ve hemen ardından Immanuel Kant eleştirel felsefesiyle uzay ve zaman kavramını ortaya atarak dünyayı Fenomenal ve Numenal dünya olarak ikiye ayırdı. Yazmış olduğu Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi ve Yargı Gücünün Eleştirisi adlı kitaplarıyla dünyayı sadece duyularımızla deneyimleye bileceğimizi bunun dışında hiçbir şeyi açıklayamayacağımızı söyleyerek metafiziği oyunun dışına gönderdi.

Düşünce dünyasında olan bu akla dayalı değişimler birçok düşünürü mutlak monarşiyi sert bir eleştiriye yönlendirmiştir. Çünkü Monarşik sistemdeki ayrıcalıklı sınıflar ve bu ayrıcalıklı sınıfların doğuştan gelen hakları nedeniyle onların ayrı ve üstün bir zümre olarak görülmesi ciddi anlamda can sıkıyordu. Ve bu can sıkıntısı büyük bir olaya gebeydi, doğum sancıları çoktan başlamıştı; gerçekleşecek olan ise bir devrimdi; Devrimin adı  1789 Fransız İhtilali…

1789 Fransız ihtilali; Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip, yerine Cumhuriyetin kurulmasına ve Katolik Kilisesi’nin ciddi reformlara gitmesine neden oldu. 14 Temmuz 1789 yılında Bastil Hapishanesi’nin isyancılar tarafından basılmasıyla ihtilal başladı.

Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik sloganı ile başlayan Fransız İhtilali halkın, kralın baskısına karşı aydınların öncülüğünde isyan etmesi olarak tanımlanır. İşin içinde yine özgür düşünce ve  aydınlar vardır.

Fransız İhtilali Avrupa’nın siyasi, sosyal ve ekonomik hayatında köklü değişikliklere neden olmuştur. Bugün bildiğimiz İnsan Hakları, Eşitlik, Adalet, Milliyetçilik, Özgürlük, Laiklik, Demokrasi, gibi kavramlar Fransız İhtilalinden sonra sosyal yaşamda kullanılmaya başlanmıştır. Ve Milliyetçilik akımının ortaya çıkmasıyla birlikte, imparatorlukların ve monarşik yönetimlerin yıkılmasının, bunların yerine ulus devletlerin kurulmasının önünü açılmıştır.

Ortaçağın feodal sisteminde halkın büyük çoğunluğu köylüydü ve tarımla uğraşıyorlardı. Zaten feodal toplumda tarımdan başka geçim kaynağı da yoktu. Ama toprağın sahibi köylüler değildi; toprak soylularındı. Köylüler sadece soylulara ait olan toprağı işliyor ürettikleri ürünün sadece hayatlarını idame ettirecek kısmını kendilerine ayırdıktan sonra geri kalan bütün ürünü soylulara veriyorlardı. Ve bu sistemde sadece iki sınıf vardı köylüler ve soylular.

18. Yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise feodaliteden yeni çıkmış olan insanlık yeni bir yol ayrımına geldi bu yol ayrımının adı Sanayi devrimidir. Sanayi devrimi batılı toplumların hayatlarında köklü değişikliklere neden olmuştur.

Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda bilimin ilerlemesiyle yeni buluşlar yapılınca bu sayede üretim şekli de değişmiş ve böylece Sanayi Devrimi bilinen diğer adıyla Endüstri Devrimi başlamıştır. Buhar gücüyle çalışan makinelerle makineleşmiş endüstriye geçiş sağlanmış bu da maddi değeri olan ürünlerin üretilmesini hızlandırmıştır. Bu olay Avrupa’daki sermaye birikiminin artmasına neden olmuştur.

İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, Manifaktür Üretimi de beraberinde getirmiştir. Yani kapitalizm öncesi bir üretime girilmiş ve yavaş yavaş kapitalizmin ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı. Ve tabii ki Adam Smith “Ulusların Zenginliği” adlı o ünlü kitabını yazdıktan sonra kapitalizm daha bilinçli bir sistem haline geldi. Çünkü Adam Smith kitabında bütün dünya sanayicilerine iş bölümü ve uzmanlaşmayı uzun uzun anlatıyordu. İş bölümüyle birlikte üretim fabrikalarda bant sistemine dönecek ve böylece üretim daha da büyüyecekti. Bu da Kapitalizmin büyümesi demekti.

1800’lü yılların ortalarına geldiğimizde kapitalizm o dönemde gelebileceği en yüksek seviyeye gelmişti. Neredeyse her arz kendi talebini meydana getiriyordu. Üretilen her şey hemen müşterisini buluyordu. Yukarda da belirttiğimiz gibi Coğrafi keşifler sayesinde o dönemde henüz bilinmeyen yeni topraklara gidilmişti. Gidilen o yeni topraklardan Avrupa’ya gemilerle ucuz hammadde getiriliyordu. Bu hammaddeler fabrikalarda ürün haline geliyor ve yine o topraklarda yaşayan insanlara satılıyordu. Bu büyüyen kapitalizmin en önemli ihtiyacı insan gücüydü. İnsanların çalışma ortamları bugünkü gibi değildi. İnsanlar sosyal haklarının ve çalışma haklarının olmadığı ortamlarda çalışıyordu. Avrupa’da kölelik iyice büyümüş ve köle ticareti sektörü fabrikalara ucuz işçi bulmaya başlamıştı. Ekonomi giderek büyüyor ama Avrupa’daki Devletler paraya doymuyordu. Gelişen sanayiyle büyüyen bu devletler kazandıkları bu paralarla yeni sanayiler kurmaya devam ediyorlardı.

Sanayi Devrimi dediğimiz dönem başladığı günden itibaren güçlenerek büyümeye davam etmektedir. Ekonomistler büyüterek gelişen Sanayi Devrimi dört döneme ayırmışlardır.

Birinci sanayi devrimi 17. ve 18. Yüzyıl dönemini kapsar. Bu dönem çelik ve tekstil sektörünün ön planda olduğu, kömür ve buhar makinalarının kullanıldığı, sanayileşmenin ilk aşamasıdır.

19. yüzyıl ise ikinci sanayi devriminin başlangıcıdır. Bu dönemde buharlı makineler yerini, elektrik, petrol ve doğalgaz ile çalışan makinelere bırakmıştır. Bu ikinci dönemde otomobil, uçak gibi araçların icadı gerçekleşmiştir.

1960’lı yılların başından itibaren ise bilgisayarların yavaş yavaş insanların hayatına girmeye başlaması ve teknolojinin hızla gelişmesi üçüncü sanayi devriminin gerçekleşmesine uygun ortamı sağlamıştır.

Dördüncü sanayi devrimi olarak nitelendirilen dönem ise günümüzde yaşanmaktadır. Bu dünya yapay zekâ, üç boyutlu yazıcılar, robot teknolojisi ve tabii ki internetin olduğu bir dünyadır.

Uygarlık Tarihi aslında insanlığın tarihidir. Ateşi bulan insanlık uygarlık tarihini yazmaya, dünyayı değiştirmeye ve dönüştürmeye devam ediyor. Ancak unutulmamalıdır ki dünyayı değiştiren bireyler değil toplumlardır. Bireye gelince ise o sadece toplumun kendini ifade ettiği ölçüde öznesidir.

Kaynakça:

Felsefe Tarihi – Macit Gökberk

Aynalar – Eduardo Galeano

Uygarlık Tarihi – Server Tanilli


İnsanlığın Kısa Hikayesi’ için 2 yanıt

    1. Yazıda fazla detaya inemedim bu yüzden eksik kalan çok yer oldu; detaya girseydim bu kez yazı çok uzayacaktı. Maalesef yazı yazmanın uzunluk ve kısalıkla ilgili böyle küçük sorunları oluyormuş bunu ben de yeni öğrendim. Beğenmenize çok sevindim. Teşekkürler…

      Liked by 1 kişi

Bülent YÜNEY için bir cevap yazın Cevabı iptal et