Hegel’in Efen­di ve Kö­le Di­ya­lek­ti­ği Üzerine Bir Deneme

Hiç kuşkusuz Al­man idealizm düşüncesinin temel taşı Immanuel Kant’dır. Kant eleştirel felsefesiyle dünyayı Fe­no­menal ve Numenal dünya olarak ikiye ayırdığında ve biz insanların Numenal dünyanın bilgisine asla ulaşamayacağımızı söylediğinde Metafiziği asla bilinemeyecek olanlar tarafına yollayarak oyunun dışına atmıştı. Kant’dan sonra gelen Alman idealist düşünürler ise Kant’ın bu düşüncesini reddetmişler ve tam olarak bu reddediş nedeniyle Kant’ın eleş­ti­rel fel­se­fe­si­nin karşısına me­ta­fi­zik idealiz­mi koymuşlardı. Kant’ın “Numenal dünyanın bilgisine asla ulaşılamaz” söylemine kar­şı, onlar; “Va­ro­lan her ne var­sa bilinebilir” dediler. İdealistler böylece Metafiziği tekrar oyuna davet ettiler.

Alman İdealizm felsefesinin zirvesindeki isim Hegel, Alman idealistler tarafından kabul gören “Her bilgi objesi zihnin ürünüdür.” yargısını kabul ederek “Her gerçek ussaldır, ussal olan gerçektir.” önermesini öne sürmüştür. Bu konuyu Hegel’in hayatını ve felsefesini anlatmaya çalıştığım diğer Hegel yazılarımda da anlatmıştım.

Peki Alman idealizminin, Kant’ın düşüncesinde karşı çıktığı şey neydi?

Biliyorsunuz ki Kant’ın geliştirdiği “A Priori Sentetik Yargılar” hem sentetik yargı olduklarından bilgimizi genişleten hem de deneyden önceki bir bilgi olduğundan zorunlu ve tümel olan bir bilgiye sahiplerdi. Daha açıklayıcı olursak A Priori Sentetik Yargılar, deneyden gelmeyen ( A Priori ) ama sanki deneyle elde edilmiş bir bilgi gibi bilgimizi genişleten yargılardı ve Kant’a göre bilginin iki kaynağı vardı; Akıl ve Anlama Yetisi.

Kant, Anlama Yetisini birbirlerinden ayrı on iki forma ayırdı ve bu formlara kategoriler dedi. Kategoriler fenomen üzerinde yani fenomenal dünyadaki nesneler üzerinde düşünmemizi sağlayan A Priori zorunluluklardı ve sadece dört temel Kategori vardı; Nicellik, Bağlantı, Kiplik ve Nitelik

Kant bu dört temel kategoriyi kendi içinde üç alt kategoriye ayırarak sayılarını on ikiye çıkardı. NİCELİK; Birlik, Bütünlük, Çokluk / BAĞLANTI; Öz, Nedensellik, Karşıtlık / KİPLİK; Olanak, Varlık, Zorunluluk / NİTELİK; Gerçeklik, Olumsuzlama, Sınırlama

Kant da tıpkı Ampiristler gibi tüm bilgimizin deneyimle başladığını savunuyordu. Fakat Ona göre bizim elde ettiğimiz tüm bilgilerimiz deneyimle başlamış olsa da bu bütün bilgimizin deneyimden doğduğu anlamına gelmiyordu. Çünkü Ona göre deneyim yalnızca dış verilerden algıladığımız içeriklerin bizdeki yansımalarıydı aynı zamanda bu bir süreçti bu yüzden bu süreç bizde deneyimden kaynaklanmayan bazı zihinsel form ve kategorileri de harekete geçiriyordu.

Yani Kant’a göre bir dışsal varlığı algılamamız için anlama yetimizin kategorilerini kullanmak zorundaydık. Kant’ın bu epistemolojisi tüm felsefe tarihini alt üst eden “Kopernik Devrimi” diye nitelendirilir. Nasıl ki Kopernik, Güneşin Dünyanın etrafında değil, Dünyanın Güneşin etrafında döndüğünü söyleyerek, Güneş Merkezli Teoriyi ortaya atmış ve bu teori devrim olarak nitelendirildiyse, Kant’ da kendi Koprnik Devrimiyle; bilginin nesnelere uydurulması gerektiği varsayımını terk ederek, nesnelerin kendilerini bilgimize uydurmaları gerektiği varsayımını ortaya atmıştır. Böylece Kant; zihnimizin dış dünyaya göre değil, dış dünyanın zihnimize göre biçimlendiğini söylemiştir. İşte Kant’ın “Benim Kopernik Devrimim” dediği de budur.

İde­a­list­ler Kant’ın bu fikirlerini asla dikkate almadılar. Onlar için sadece “Her ger­çek­lik us­sal­dır, us­sal olan gerçek­tir.” önermesi doğruydu. Ve eğer bu önerme doğruysa o hal­de bi­li­ne­me­yen hiç­bir şey olmayacaktı. Yani insanlık Kant’ın Numenal dünya dediği dünyanın bilgisine de ulaşabilecekti.

Bizler doğduğumuz günden beri bi­zim dışımızda olan ve kesinlikle bize dış­sal olan nes­ne­le­rin olduğu bir dünyayı de­ne­yim­le­mek­te­yiz. Deneyimlediğimiz her şeyin biz­den ba­ğım­sız ola­rak varlıklarını devam ettirdiklerini biliyoruz; ve biz doğduğumuz da onlar zaten bu dünyada oldukları için bize dışsal olan her şeyi bi­zim yaratmadığı­mı­zı da biliyoruz. Bu fikirden yola çıkarak Hegel şu sonuca varıyor; “Eğer bi­zim bilgi­mi­zin tüm ob­je­le­ri zih­nin ürün­le­ri ise­ler bun­la­r bi­zim de­ğil ama bizden daha üstün bir zekanın ürünü olmak zorundalar”. Hegel böylece “Evrende olan her şey mut­lak bir öz­ne­nin, bir mut­lak zih­nin ürü­nü­dür­ler.” cümlesine ulaşmış olur.

Descartes Cogito’ya yani “Ben” kavramına ulaştıktan sonra filozofların çoğu düşünceye yoğunlaşmış “Bilinç” kavramını tam olarak açıklayamamışlardır. Hegel ise bilinci şematik bir şekilde serimlemiş ve  “Bilinç” kavramını Öznel Bilinç, Nesnel Bilinç ve Mutlak Bilinç olarak üç bölüme ayırmıştır.

Hegel’e göre “Bilinç” üç evreden geçmeden yani Öznel Bilinç, Nesnel Bilinç ve Mutlak Bilinç haline dönüşmeden önce, başta kendisi olmak üzere hiçbir şeyin farkında olmayan bir bilinçti. Yani bilinç vardı ama hiçbir şeyin farkında değildi. Bu yüzden Bilincin önce kendisinin bilgisine ulaşması ya da ulaşılabilmesi gerekiyordu yani Öznel Bilinç haline dönüşmesi gerekiyordu.

Bilinç, Öznel Bilince Nasıl Dönüşebilir?

Hegel’e göre Bilinç, ancak kendisi dışında bir nesneyi ya da başka bir bilinci algıladığı an da kendisinin farkına varabiliyordu. Şöyle düşünelim; Bilinç başka bir nesnenin, kişinin ya da varlık diyelim başka bir varlığın farkına vardığı zaman onun “Başka Bir Varlık” kendisinin ise “Ben” ya da “Öz” olduğunun farkına vararak “kendiliğinin” farkına varmış oluyor. İşte bu farkındalık, bilinci de öznel bilinç haline dönüştürür ve bilinç artık iki şeyi biliyor olur kendini ve algıladığı nesneyi.

İşte şimdi enteresan bir yere geldik; Bilinç, kendisinin farkına vardığında algıladığı o nesneye yönelmesi için bir “Güdü”ye ihtiyaç duyar. Bu güdü; İstek ya da Arzu güdüsüdür. Çünkü Bilinç, Öznel Bilinç olmak için bilincin bir arzuyla ya da bir istekle kendi olmayana yönelmesi gerekir. Kendi olmayan mı? Kendi olmayan denilen şey hani şu ünlü “Tez, Antitez ve Sentez” üçlüsünün ikincisi değil mi?

Evet, aynen öyle; Bilinç, Öznel Bilinç olmak için bir arzu ya da bir istekle kendi olmayanına yani antitezine yönelmesi gerekir. Çünkü insan bir isteğe sahip olmadığı sürece ben bilincine erişemez. Şöyle bir düşünün; bir şeyi istediğimiz zaman, o şey bizim isteğimiz olur ve bu durum “Ben” ya da “Benim” dememize yol açar. “Bir arabam olsun istiyorum”; “Arabam” yani benim arabam…

Hadi gelin bir az soluklanalım ve soluklanırken kendinizi tebrik edebilirsiniz çünkü az önce Hegel’in Öznel Bilinç kavramını anladınız. Ben, Hegel Felsefesinde bu noktaya kadar geldiğimde “Valla anlıyorum” diye çok sevinmiştim. Gerçi hala anlamaya çalışıyorum ya neyse…

Soluklanmamız bittiyse hadi asıl konumuza doğru devam edelim. İnsanda oluşan “İs­tek Güdüsü”  insa­nın yal­nız­ca kendisine ben de­me­si­ni sağ­la­maz, ay­rı­ca farkına vardığı ve istek duyduğu nes­ne üze­rin­de et­ki­de bulun­ma­ya ve dö­nüş­tür­me­ye yol açar. Dönüştürmek mi? Peki, ama neye dönüştürmek? Benim olmaya dönüştürmek. Bana ait olmaya; Onu artık bana ait olan bir şey olmasına dönüştürmek. Bu şe­kil­de öz­ne kendisine dış­sal ve ya­ban­cı olan bir gerçekliği ken­di ger­çek­li­ği­ne dönüş­tü­re­rek onu içselleş­tirmiş olur. Böyle­ce ken­di öz­nel ger­çek­li­ği­ni de kanıtlamış olur.

Peki, bunu sadece senin öznel bilincin mi yapıyor sanıyorsun? Çevrende milyonlarca hatta milyarlarca kişi yok mu? İşte onlar da bu yaptığının aynısını yapıyorlar. Psikoloji der ki; Her birey başka birey tarafından onaylanmak ister. He­gel’e gö­re de ger­çek öz bilin­cin yo­lu, ken­di­mi­zi çevremizdeki öte­ki öz bi­linç­le­re ka­bul et­tir­mek ya da onay­lat­mak­tan geç­iyor. Çevremizdeki bütün öz bilinçler de yani bizim dışımızdaki bütün öz bilinçlerin de diğer öz bilinçleri ken­di is­tek­le­ri­ne bo­yun eğ­dir­mek ve kendilerini onlara onaylatmak gibi bir çabası vardır. (Bu ne hırstır kardeşim)

Nihayet Bilinç, Öz Bi­lince ula­şa­bil­me­nin yo­lu­nun sadece öte­ki ben­le­re ken­di­ni ka­bul et­tir­mek­ten geçti­ği­ni anlar ve birde bu­nun yo­lunun ay­nı şey­le­ri is­te­yen ben­le­rle kı­ya­sı­ya bir savaşımdan geçtiğini. İşte bu savaşa Hegel; “Efen­di ve Kö­le Di­ya­lek­ti­ği” demiştir.

Üzgünüm ama Hegel’in “Efen­di ve Kö­le Di­ya­lek­ti­ği”ni anlatabilmem için bütün bunları yazmam gerekiyordu. Nihayet şimdi artık yazımızın asıl konusuna gelebildik.

Efen­di ve Kö­le Di­ya­lek­ti­ği

“Diyalektik Düşüncenin Hikâyesi” yazımız da ne demiştik; “Tez, Antitez ve Sentez”; Bu üçlüyü hatırladınız değil mi? Antitez neydi? Bir şeyin o olmayan hali. Yani A’nın A olmayan hali. Peki, sizce, ben A olmayan derken B’mi diyorum? Yoksa C’mi demiş oluyorum? Hayır, ikisini de demiyorum. Sadece A’nın A olmayan hali diyorum. Yani A olmayanlar kümesinin tamamı. İşte bu diyalektiktir.

Şimdi tekrar konuya dönebiliriz; Bilinç az önce ne yapmıştı? “Öznel Bilinç olmak için bir arzuyla ya da bir istekle kendi olmayana yönelmişti. “Kendi olmayana” yani Antitezine yani zıddına. Hegel diyor ki; Öznel bilincin arzuladığı nesnenin de bir öznel bilinç olması gerekir. Çünkü Bilinç bir istek ya da arzu güdüsüyle öznel bilinç haline geldiği için insanın öznel bilinç olması, başka bir öznel bilince yönelmesi, onu arzulaması zorunludur

Eveeet, nihayet iki bilinç aslında kendi öz bilinçlerinin fakına varmak için yani bilinç seviyesinden öznel bilinç seviyesine çıkmak yani aslında kendilerini bulmak için karşı karşıya geldiler. Schopenhauer ne diyordu “Varlık algılandığı sürece varlıktır” yani kusura bakmayın ama algılanıyorsanız varsınız. Kimse benim ben olduğumun farkında değilse ben varım diyebilir miyim? Yani önce benim kendi varlığımı başkasına kabul ettirmem gerekiyor. Böylece nur topu gibi iki kavramımız oluyor; “Kendi için varlık” ve “Başkası için varlık”

Bu ne demektir? Öznel Bilinç bir yandan öznel olması bakımından “Kendi için varlıktır” fakat bir de kendisini başkasında dışsal bir varlık olarak gördüğünden “Başkası için varlıktır”.

Karşı karşıya gelen bu iki bilinç kendilerinin farkına varıp, istek güdüsüyle Öznel Bilinç olunca, birinin diğerinden baskın olması gerekir çünkü her ikisi de bağımsızlığını kazanmak ister. Ve bu iki bilinç hem kendilerini tanımak hem de tanıtmak istemektedir. Ve aralarında kıyasıya bir mücadele başlar. Aralarındaki bu mücadele sonucunda, “tanınmama pahasına yaşamından vazgeçmeyen taraf köle; yaşamı pahasına tanınmaktan vazgeçmeyen taraf ise efendidir” Vay be demek tanınmak bu kadar önemli…

Fakat şimdi de ortaya korkunç bir “vazgeçememezlik” çıkmıştır. Bu savaşı kazanan “Efendi” kaybeden ise “Köle” olmuştur ancak savaşı kazanan Efendi asla Kölesini öldüremez. Çünkü kölesi ölürse bir öz bi­linç ola­rak ken­di­si­ni ka­bul et­tir­me­si olanaksız olacak ve yeniden Bilinç seviyesine düşecektir. Hegel’e göre bunun farkında olan Efendi ra­ki­bi­nin ya­şa­masına izin verir; bu­na kar­şı­lık onu kendisine sonsuza dek köle yap­ar. Ken­di­si­ni de böy­le­ce efen­di ilan et­miş olur.

Bu konuya zavallı Köle tarafından bakarsak; savaşta yenilen ve köle olmayı kabul eden bilinç ise yaşamı­nı koruyabilmek için, kö­le­li­ği ka­bul eder ve efendiye bo­yun eğer ama efen­di de bi­lir ki, efendiliği kö­le­nin ken­di­si­ni efen­di ola­rak ta­nı­ma­sı­na bağlıdır. O halde sizce kim efendi, kim köle ? İşte şimdi tam buraya Hegel’in o ünlü cümlesini yazarak yazıyı bitirebiliriz;  “Başkasının varoluşu, benim varoluşumun ontolojik koşuludur.”

Kaynakça:

“Efendi-Köle İkiliğine İlişkin Üç Açıklama”/ Temaşa Felsefe Dergisi – Melike Molacı

Felsefe Tarihi & Thales’ten Baudrillard’a – Ahmet Cevizci


Hegel’in Efen­di ve Kö­le Di­ya­lek­ti­ği Üzerine Bir Deneme’ için 2 yanıt

Behemehal için bir cevap yazın Cevabı iptal et