Hiçliğin Gölgesinde

Ben değişiyorum, dönüşüyorum yaptığım her seçimle farklılaşıyorum. Ben neysem o değilim, ne değilsem oyum. Benim hikayem ne yeni başladı ne de bitmek üzere. Oyun sahnemi ben seçiyorum. Gerçekliğim bugüne kadar milyarlarca kez değişti, değişiyor ve yaşadığım sürece değişmeye yazgılı.

Modern felsefe özellikle fenomenoloji “Gerçeklik” kavramını “Gerçek olan şey, bize nasıl görünüyorsa odur.” cümlesiyle çözdü. Çünkü Fenomenoloji öncesi diğer felsefi akımlar “Gerçek” olan şeyin göründüğü gibi olmadığını düşünüyor hatta görünenin ardında, daha derin ve değişmeyen bir “öz” olduğunu söylüyordu.

Örneğin Platon “İdealar Kuramı” ile duyularla algıladığımız dünyanın sadece bir gölgeler dünyası olduğunu, “Gerçeklik” kavramının ise idealar dünyasında olduğunu söylüyordu. Yani Platon’a göre masa, sandalye, insan gibi şeyler yalnızca birer görünüştür. Asıl “masa” ideası ise idealar dünyasındadır. Bizim gördüğümüz sadece idealar dünyasının soluk bir yansımasıdır.

Aristoteles ise görüneni Platon gibi dış bir dünyada değil biraz daha “dünya içi” olarak düşünüyordu. Ona göre her şeyin bir özü ve madde/form yapısı vardı. Görünen ise sadece bu özün bir taşıyıcısıydı.

Ortaçağın Tanrı merkezli skolastik düşüncesi ise her şeyin özünü Tanrı’da arıyordu. Gerçeklik, Tanrı’nın zihninde olan düzenden başka bir şey değildi. Görünen dünya Tanrı’nın yarattığı bir yansıma olabilir ama asıl gerçeklik Tanrı’nın hakikatidir.

Descartes’in “Kartezyen Felsefesi” ise duyuların bizi yanılttığını söylüyordu. Descartes’e göre kesin olan tek şey “Düşünüyorum, öyleyse varım”dır. Ona gerçeklik sadece zihinsel kesinlikte aranmalıdır. Bu da özne (zihin) ve nesne (dünya) ayrımına neden olur. Böylece ilk kez felsefede özne-nesne ayrımı yapılmış oldu.

Husserl ve sonrasında Heidegger, Sartre gibi filozoflar bu ikilikten kurtulmaya çalıştılar. Örneğin Husserl “Eşyaları oldukları gibi değil, bize göründükleri gibi incelemeliyiz.” diyordu ve bu düşünce dünyasında bir devrim oldu. Çünkü artık öz yerine “görünüşün kendisi” ciddiye alınacaktı. Görünenden başka bir gerçeklik olmayacaktı.

İşte bu yüzden Jean-Paul Sartre, ünlü eseri Varlık ve Hiçlik’e şu cümleyle başlar: “Modem düşünce varolanı, onu açığa çıkaran görünmeler dizisine indirgeyerek önemli bir ilerleme kaydetti.” Yani Sartre göre “Modern düşünce nihayet felsefeyi yüzyıllardır meşgul eden; “Nesne/ Özne”, “Zihin / Madde”, “İçsel / Dışsal” ve “Görünüş / Gerçeklik” gibi ikilikleri ortadan kaldırmış ve bunların yerine daha bütüncül bir ilkeyi “Görünen fenomenin kendisidir” ilkesini getirmişti.

Fenomenolojiden önce bu gereksiz ikiliğin anlamsızlığını ilk fark eden kişi Nietzsche olmuştur. Nietzsche bu anlamsızlığa “Art Dünyalar Yanılsaması” adını vermiştir. Ona göre “Art Dünyalar Yanılsaması”, görünür olan bu dünyadan başka, daha gerçek, daha hakiki, daha temiz bir dünya olduğunu sanma hastalığıdır.

Bu yüzden Nietzsche der ki; “Felsefe, hep bu dünyanın dışında başka bir dünya aradı ve asıl gerçek orada, görünmeyen bir yerde sanıldı.”

Yani az önce söylediğimiz gibi bu gerçeklik daha önce Platon’un idealar dünyasında, Tanrı’nın hakikatinde ya da Kant’ın “Ding an sich” dediği “Kendinde Şey” kavramında aranıyordu. Nietzsche’nin karşı çıktığıda tam olarak buydu. Ona göre bu bir yanılsamaydı çünkü: “Gerçek olan şey, tam da burada, tam da şimdi olan şeydir.”

İşte Sartre, Nietzsche’nin bu görüşüne katılacak ve “Gerçeklik görünüşün arkasında değil, tam içindedir” diyecekti.

Fenomenoloji ile birlikte artık “öz” ile “varlık” arasındaki fark yok oldu. Böylece bir şey nasıl görünüyorsa, özü de o olduğu kabul edildi. Başka bir deyişle: “Olmak, görünmekti.”

Bu da bizi şu sonuca götürür; Görünmenin varlığını ölçen şey, gerçekten de onun görünüyor olmasıdır. Yani bir şey görünüyorsa vardır. Ve madem ki gerçekliği fenomenle sınırladık, fenomene ilişkin olarak da, onun göründüğü gibi olduğunu söyleyebiliriz. Bu düşünceyi en uç noktaya götürdüğümüzde ise “Bir şeyin var olması, sadece görünüyor olmasıdır.” diyebiliriz. Bu da, bizi Berkeley’in o ünlü düşüncesine götürür; “Esse est percipi” yani “Varolmak algılanmaktır.”

Percipi = Algılanan şey,

Percipere = Algılayan bilinç

Fakat Sartre, Berkeley’in bu ünlü düşüncesini kabul etmesine rağmen yine de kendi “Varoluş” felsefesinde “Bir varolanın varlığı, o varolan özneye ne olarak görünüyorsa tam da odur” diyordu. Böylece özneyi de konuya dahil ederek bu düşünceyi bir basamak daha yukarı taşıyordu. Çünkü “görünmek”, özü gereği, kendisine göründüğü birini de gerektirir. Evet, fenomen görünendir ama her zaman birine görünür. Yani, özne olmadan fenomen olmaz. Bu yüzden fenomen “görece”dir. Onu algılayan bir bilinç varsa vardır.

Sartre görünenin ne ise o olduğunu anlattıktan sonra Aristoteles’in “Saklı Güç” ve “Edim” ikiliğine yönelir.

Aristoteles her şeyin varlık, değişim ve oluş deviniminden geçtiğini söylüyordu. Aristoteles’in “Saklı güç” dediği şey; bir şeyin, henüz olmadığı ama olabilme kapasitesine sahip olduğu haliydi. Yani ona göre tohum aslında potansiyel bir ağaçtı. Ağaç ise ona göre bir edimdir. “Edim” ise potansiyelin açığa çıkmasıdır. Tohumun ağaç haline gelmesidir. Aristoteles için bu ikilik ontolojik bir zorunluluktur. Ona göre hiçbir şey “öylece” oluşmaz. Bir şey zaten içinde olabileceği şeyi taşır ve zamanla içinde taşıdığı o şey ortaya çıkar. Her şey Öz, Değişim ve Telos (amaç) doğrultusunda meydana gelir.

Sartre, Aristoteles’in bu düşüncesine karşı çıkacaktır. Ona göre böyle bir ayrıma gerek yoktur. Her şey edimdir. Yani olan şey, zaten olmuş olandır. Değişimi gerçekleştiren görünmeyen bir “iç güç”, “özün içinde olan bir enerji” yoktur. Çünkü “Varoluş özden önce gelir”

Buraya kadar yazdıklarımızdan çıkan şey şudur; Görünme dediğimiz şey, bize kendisini doğrudan sunan şeydir. Bu “sunulan” şeyin arkasında onu destekleyen gizli bir öz, saklı bir varlık yoktur. Yani: Görünüyorsa vardır; ama o görünenin arkasında saklanan esaslı bir gerçek diye bir şey yoktur. Sartre’a göre, bir şeyin “görünmesi” artık başka bir gizli varlığa işaret etmez. Yani, “Bu görünen şeyin arkasında asıl gerçek olan başka bir şey vardır” düşüncesi geçersizdir. Görünen şey neyse, tam da odur.

Sartre’ın ne demek istediğini bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki bir masaya bakıyorsun. Sert, kahverengi, tahta olduğunu algılıyorsun. Bunların hepsi “fenomen” yani görünüş. Bu özelliklerden “masa” fikrine ulaşıyorsun yani öze. Ama “var” olduğunu nasıl biliyorsun? İşte Sartre burada duruyor ve diyor ki:

“Varoluş, bu özelliklerden biri değil. Ama o özelliklerin sana görünmesini mümkün kılan şeydir.”

Varlık ne masanın içinde ne de arkasındadır. Ama tüm fenomenlerin açığa çıkmasını sağlayan zemindir.

Yani artık şunu biliyoruz varlıkta gördüğüm şey onun üzerinde taşıdığı fenomenleridir.

Az önce de söylediğimiz gibi Berkley “Varolmak algılanmaktır” diyordu. Yani bir şeyi algılıyorsan o şey vardır diyebiliyoruz. Sartre ise varlık yani bir ağaç ya da bir masa bizim onu algılayışımızdan önce de oradadır diyordu. Yani Bilinç, varlığı yaratmaz; sadece onunla ilişki kurar.

Daha anlaşılır bir örnek verirsek ve çevremizdeki her şeyi bir sahne olarak düşünelim. Berkeley için seyirci yoksa sahne de yoktur. Sartre için ise sahne oradadır; biz seyirci olarak gelir, sahnelenen oyunu yakalarız, ama sahne bizden bağımsız da zaten hep oradadır. Sahnedeki oyun biz onu seyretmesekte davam eder.

Şimdi buraya kadar yazdıklarımızı özetlersek yazının en başında “Gerçeklik, bize nasıl görünüyorsa odur” diyerek yola çıktık.

Ama sonra fark ettik ki;

Her görünen, görülmeyi gerektiriyordu. Görülen bir şey varsa, mutlaka gören biri de olmalıydı. Bu gören şeye özne ya da bilinç dedik.

Bilinç her şeyi görüp anlayıp bilgi edinmemizi sağlayan şeydir ve mutlaka bu bilinç bilgiden önce gelir.

Berkeley ne diyordu; “Esse est Percipi” yani “Varolmak Algılanmaktır.” Sartre ise algılanan için bir algılayan gereklidir dedi. Yani Bilinç fenomenlerin temelidir. Peki öyleyse işte her şeyi açıklayacak soruya geldik

“Bilincin kendisi nasıl bir varlıktır?”

Bilinç her zaman bir nesneye yönelir. Yani bilinç “kendi başına” var olan kapalı bir şey değildir. Hep bir nesneye, bir olguya, bir varlığa açılmıştır.

Ve şimdi belki de Sartre’ın kendi felsefesinde oluşturduğu en önemli noktaya gelmek üzereyiz.

“Kendinde Varlık” ve “Kendi için Varlık”

Sartre, “Varlık ve Hiçlik” eserinde iki temel varlık tarzı belirler:

1- “Kendinde-varlık” (l’être-en-soi): Taş, masa, ağaç bütün bunlar kapanmış, tamamlanmış, kendinde duran bir varlık türleridir. Ne kendini bilir, ne de değişme arzusu taşır.

2- “Kendi-için-varlık” (l’être-pour-soi): İşte bilinç bu kategoriye girer. Bilinç, kendine kapanmayan, hep -dışarıya açılan, kendi olmamaya yazgılı bir varlık tarzıdır. Bir hiçliktir: Çünkü kendini sürekli aşar, oldurmaya çalışır çünkü tamamlanmamış, eksik olandır. Sartre’a göre “hiçlik” bilinç için temel bir varoluşsal özelliktir. Yani: Hiçlik, bilinçte sadece “yokluk” ya da “boşluk” değil, aynı zamanda özgürlüğün ve dönüşümün kaynağıdır. Bu yüzden bilinç, kendi varlığını tamamlanmamış, sürekli açılan ve değişen bir süreç olarak yaşar.

İnsan yaradılışı gereği varlıkla kurduğu ilişkinin başlangıcında zaten merak eden ve soru soran bir varlıktır. Soru ve merak insan için sadece bir bilgi arayışı değil, bir varlık tarzıdır. Çünkü her soru, sorgulayan bir özne ile sorgulanan bir nesne arasında gerçekleşir. Ve bu ilişki, hem insanı, hem dünyayı, hem de aralarındaki ilişkiyi içerir. Ama aynı zamanda da bir risk barındırır. Yani sorgulanan şey var olmayabilir. Bu durumda insan, bilinciyle, “varlık-olmayan”la da ilişki kurar.

İşte “Hiçlik” bu noktada ortaya çıkar. Çünkü insan varolmayanla da ilişki kurabilen bir canlıdır. İnsan, sadece olanı değil, olmayanı da merak eder. Bu, ona özgü bir yetidir. Bir ağacın, bir taşın ya da bir hayvanın böyle bir “varlık-olmayan”la ilişkisi yoktur. Bu nedenle, insanın dünyayla olan ilişkisi yalnızca var olanlara değil, aynı zamanda olmayanla da ilişkilidir. Bilinç, tam da bu yüzden bir hiçliktir.

Sartre’a göre, “Hiçlik” bilincin bir özelliğidir. Sartre’ın felsefesinde bilinç, yalnızca bir şeyleri algılayan ya da yansıtan pasif bir mekanizma değildir; İşte bu yüzden, Sartre bilinci “hiçlik olarak yapılandırılmış bir varlık” diye tanımlar.

Peki ama, bu hiçlik nereden gelir?

Sartre’a göre hiçlik, dünyada “doğal” olarak mevcut olan bir şey değildir. Yani bir taş, bir masa ya da bir ağaç kendi başına hiçlik üretmez. Bunlar kendinde-varlıktır; olduğu gibidirler. Hiçlik, ancak insan bilincinde mümkündür.

Bu noktada Sartre, “hiçlik oldurulur” der. Yani hiçlik kendi başına var değildir; bir varlık tarafından dünyaya getirilir. Ve bu varlık insan bilincidir.

İnsan bilinci (Sartre’ın deyimiyle kendisi-için-varlık), çevresini hatta kendi varlığını bile sorgulayan bir bilinçtir. Bu özelliğiyle bilinç, dünyaya hiçliği getiren tek varlıktır.

Bir örnekle açıklayalım: Diyelim ki bir arkadaşınızla bir kafede buluşacaksınız ve gittiğinizde orada olmadığını görüyorsunuz. “Ahmet yok” diyebilmeniz için önce onun orada yani kafede onun olmama halini fark etmeniz gerekir. Bu “yokluk” durumu doğada kendi başına yoktur; onu bilinciniz üretir. Bilincin bu olumsuzlama gücü, yani bir şeyin olmadığını fark edebilmesi, Sartre’a göre hiçliğin dünyaya geliş biçimidir. Dolayısıyla insan, yalnızca var olanla değil, aynı zamanda var olmayanla da ilişki kurabilen bir varlıktır.

Bu durumda Sartre’ın çıkardığı sonuç şudur: Bilincin yapısında doğrudan bir hiçlik vardır. Bu hiçlik, onun özgürlükle olan bağını kurar. Çünkü her türlü sorgulama, şüphe, hayal etme veya yokluk farkındalığı, ancak bir özgürlük yetisiyle mümkündür. Ayrıca bu özgürlük onun “kendisi için varlık” olmasını da sağlar. İnsan yaşadığı süre boyunca kendini değiştirebilen tek canlıdır. Bu da Sartre’ın ünlü ifadesiyle şudur: “Varolmak özden önce gelir.” Böylece Sartre, özgürlüğün, insana dışarıdan verilmiş bir “hak” değil, onun bilincinin çalışma tarzı olduğunu söyler.

Bilinç, Sartre’a göre, kendisinde olmayanı düşünebildiği, kendisini sürekli sorguladığı, mevcut durumundan farklılaşabildiği için “hiçlik” üretir. Bu hiçlik üretme kapasitesi, onun ontolojik temelidir. Ama bunun için gerekli olan tek şey ise özgürlüktür. Ve bu özgürlük bir armağan değil, bir yazgıdır. İnsan, bu hiçliği içinde taşıdığı sürece, hiçbir zaman tam olamaz; her zaman bir eksiklik, bir arzu, bir gelecek isteği taşıyacaktır. Bu da onun sorumluluğunu doğurur. Çünkü insan artık özgürce kendisini var edenin kendisi olduğunu bilir.

Artık biliyoruz ki Sartre’ın felsefesi bize insanın varoluşunun hem bir meydan okuma hem de bir özgürlük alanı olduğunu göstermiştir. Hiçlik, yalnızca yokluk değil, aynı zamanda kendi varlığımızı sürekli sorgulayarak yeniden inşa etmemizi sağlayan potansiyelimizdir. Biz yaşadığımız süre boyunca özümüzü aramaya mahkum değil, kendimizi yaratmaya mahkumuz. Bu yaratıcılık ise büyük bir sorumluluk getirir; çünkü artık kaderimizi başka bir güçte değil, bizzat kendi bilincimizin eylemlerinde buluruz. Bu da bizim seçimlerimizle gerçekleşir. Yaptığımız her seçim yeni bir varyasyonumu yaratır.


Hiçliğin Gölgesinde” için bir yanıt

Aysun Akgöz için bir cevap yazın Cevabı iptal et